Hüseyin Rahmi Gürpınar

Toraman


Скачать книгу

onlardan özürler, aflar diler. Hasnâ Hanım’ın yaratılışındaki bu iyiliği, bu yürek temizliğini, bu iyilikseverliği görenler, bilenler, nöbet zamanlarında saçmalamalarına aldırmamaya karar verirler. Fakat dayanmak kabil olmaz. Çünkü nöbeti tutunca bazen sadece deli gibi saçmalar savurmaz. Gayet düzgün konuştuğu da olur. Herkesin can alacak damarını bulur. En gizli kusur ve ayıplarını korkunç bir keskin görüşle görür. Adi zamanlarında iki sözü bir araya toplayıp söyleyemez bir kadın gibi dururken rahim hastalığı nöbetiyle kafasında ve sinirlerinde öyle bir uyanıklık meydana gelir ki okuryazar olmadığı hâlde, âdeta Nâbi’leşir, Fitnat’laşır. Sözlerini ok gibi işletecek bir ustalık gösterir. Öyle hazırcevap olur, öyle parlak cümleler kurar ki şaşmamak mümkün olmaz. Düşmanının zayıf noktası ne tarafındadır bilir. Herkesin kalbinde gizli tutmaya uğraştığı yaralarını zehirli dilinin ucuyla biz gibi deşer, kurcalar, kanatır. İşte o zaman en insaflı, en hoşgörü sahibi bir kimse bile gırtlağına atılarak bu kadını boğmak ister.

      Bazen yalanlar, iftiralar da atar ortaya. Fakat bunları yaraştıracak, gerçeğe benzer, kandırıcı şeylerle süsler. Hücumu hep insanın onuruna ve namusunadır. Mahalle halkından birinin namusu hakkında ortaya bir balgam attı mı o adam yedi mahkemeden temize çıksa, suçsuzluk kararı alsa yine de temizlenemez. Hücum sırasında sözlerini güçlendirmek için yüzünün çizgilerine, jestlerine verdiği sanatlı ifadeyi en ünlü artistler bile taklit edemez. Çünkü sanat yoluyla taklidine uğraşılanın bu aslı, modeli, tabiisidir.

      Hasnâ Hanım’ın sakinlik döneminde iki dudağı birbirine yapışıkmış gibi bir hâl alınca arkasından hastalık da yavaş yavaş ortaya çıkar. Önce esnemeler, sonra hafif bir çarpıntı, uykusuzluk başlar. Hastalığın gidişi başlangıçta adi bir yürüyüş gibidir. Sonra tırısa, daha sonra dörtnala kalkar. İşte o zaman etrafında tozu dumana katar. Yedi mahalleyi susta durdurur. İlk hastalık işaretleri belirdi mi ev halkını büyük bir korku ve telaştır alır. Sakinlik verici, yumuşatıcı, uyutucu ilaçlar verilir! Fakat bütün bunlar pek bir işe yaramaz. Hastalık süresini tamamlamadıkça kadını bırakmaz. Bazen iki üç ay sürdüğü de olur. Hasta, şiddetli yürek çarpıntısından, uykusuzluktan, boğazına yuvarlak bir şey tıkandığından yakınır durur.

      Bu isterinin adı mahallece merak illetidir. “Hasnâ Hanım’ın yine merakı tutmuş!” haberi mahalleye yayıldı mı herkesi bir korunma kaygısıdır alır. Yakın komşularda kapılar, pencereler kapanır. Sözler fısıltı derecesine iner. Çünkü komşuların birinden aldığı yahut birisi adına uydurduğu sözü dallandıra budaklandıra süsleyerek bir kandırıcı belge şekline soktuktan sonra bir başkasına karşı kullanır. “Senin için falanca böyle diyor.” der.

      Bu kadının deliliğini herkes bilir. Fakat kötülük saçan bu delilikten kendini koruma hemen kimse için kabil olmaz. Bu delinin kurduğu ökselere en akıllı insanlar bile tutulur.

      Bu hâlden mahalleli bazen bıkıp usanarak Şuayip Efendi’ye deliliği zamanında karısını ya bir hastaneye koymasını yahut evinde kapalı bulundurmasını ısrarla salık vermişlerdi. Fakat deli olup da asla kimseye saldırmaz. Ateş, bıçak gibi kazalı şeylere el sürmez. Onun zehirli deliliği sadece dilindedir. Yaklaşabildiklerini sokar, zehirler. Bu salıkçılara Şuayip Efendi şu karşılığı verir: “Karım tımarhanelik deli değildir. Bu öğüde mahalleliden ziyade doktorlar yetkilidir. Böyle bir harekette bulunmaya Allah’tan korkarım. Çocuklarımı üzmüş olurum. Biz onun huyunu aldık. Huyuna suyuna giderek merakını yatıştırmaya uğraşırız. Zıddına varmaya hiç gelmez. Tımarhanede belki büsbütün deli olur. Bizim mahalledeki kadınların çoğu zihince karımdan pek üstün değildirler. Karımın böyle asabi zamanlarında onun bunun üzerine ağzından laf almak için yanına gelirler. Lakırtı eşelerler. Siz de karılarınızı biraz tutsanız, bu öğüde lüzum kalmaz.”

      Şuayip Efendi otuz beş yıldır bu belayı çekti. İnsanlığın gerektirebileceği davranışlardan sapıtmamaya uğraştı. Vicdanıyla, acıma duygularıyla cenkleşti. Fakat bu uzun yıllar içinde ne gençliğini bildi ne yaşlılığını anladı. Ne evlilik mutluluğunu gördü ne de üç gün aile mutluluğu.

      Geçimi sağlamak için dışarıda durmadan uğraşmak, eve gelince de her saat dalaşmak… Kendisi için hayat buydu. Karısı pek kıskançtı. Efendisini kendi gözünden, kurttan, kuştan bile kıskanırdı. Hastalığının artmasına bu her türlü ölçülerden aşkın kıskançlığı sebep olurdu. Kocası hakkındaki aşırı sevgisini ona dayanılmaz işkenceler çektirmek suretiyle belli ederdi. Son yıllarda Hasnâ zayıfladı. Buruştu. Yüzüne tamamıyla kocakarılık görünüşü, bir yıpranma çirkinliği çöktü. Her yanı pörsüdü, sarktı. Cildi esmerleşti, çillendi. Kocası şişmanlığını ve oldukça yüzünün tazeliğini koruduğundan ona bakınca şimdi genç görünüyordu. Hasnâ Hanım’ın “Ben saçlarımı boyamayayım da kocamın yanında anası gibi mi durayım?” endişesi işte bundan ileri geliyordu.

      Şuayip Efendi hovardalık kaçamakları yapardı. Fakat pek gizli, pek seyrek… Karısına bir şey sezdirmemek için alınabilecek tedbirlerin hiçbirinde zerrece kusur göstermezdi. Uzun süre kapı çuhadarlıklarında bulundu. İyi kötü geçinip gidiyordu. Bolluğa erememişti. Son zamanlarda komisyonculuğa başladı. Bir iki iş, hiç umulmadık şekilde yüzünü güldürdü. Kasasına birkaç bin lira girdi. Zeki, çalışkan bir adamdı. Fakat ömrünün ikindi ezanı “hayyalelfelah” seslenişiyle dikkatini çekmiş olduğu ve şimdiye kadar ömrünü hemen yoksulluğa yakın bir geçim darlığı içinde geçirmiş olduğu için erişmek üzere olan ihtiyarlığını, iki evladını, hasta karısını düşündü. Kendinin ve ailesinin geleceği için daha çalışmak ve birkaç parça gelir kaynağı sağlamak amacına bağlandı. Bunun için kazancını kimseye sezdirmemeye uğraşarak günlük geçimine hiç genişlik vermedi. Önceki ev idaresini katiyen bozmadı.

      Fakat determinizm adıyla bir felsefe vardır ki alın yazısına kimse hükmedemez; insanın her hareketi bir sebepten doğar; daima iş olacağına varır, tezini ortaya atan bir meslektir.

      Zavallı adam bu kelimeyi ömründe hiç işitmemiş olduğu hâlde bu felsefenin fırtınasına uğradı. Birtakım sebepler de onun bu iyi niyetini uygulamaktan kendisini alıkoydu.

      Eski zaptiye taraflarında küçük bir büro açarak komisyonculukla uğraştığı sıralarda birçok kimselerle görüşüyor, iş yapıyordu. Bir aralık bürosuna Servinaz adında kâğıt kavafı bir kadın dadandı. Bilgiç, becerikli, işten, sözden yılmaz, ele aldığı işlerin çokluğundan dişi avukat kesilmiş fakat geçkince bir kadın…

      “Cami yıkılsa mihrap yerinde durur.” derler. Bunun mihraptan başka minberi, maksuresi ve hele son cemaat yeri henüz bozulmamış gibiydi. Yaşça hemen Hasnâ Hanım’a yakındı. Saçlar gür, gözler hafif sürmeli, jestleri, edası, davranışlarıyla kendinin hâlâ güzellik tahtından inmemeye yemin etmiş bir eski yosma olduğuna şüphe götürmezdi. Kendisine ne iş verilse tamamıyla altından kalktığı, başardığı için Şuayip Efendi bu kadınla alışverişi ilerletti. Fakat kadın, komisyoncunun kasasındaki birkaç bin liranın kokusunu aldı. Eski bir kovukta bal peteği bulmuş bir arı gibi adamın başından ayrılmıyordu. Şuayip Efendi’nin özel hayatı, ruh hâli, girdisi, çıktısı ve evdeki felaketli durumu hakkında derin bir kovuşturmaya, incelemelere girişti. Her şeyi öğrendi. Zavallı adama mükemmel bir sevda tuzağı kurmak için etrafına kazıklarını kaktı. İpleri germekle uğraşıyordu.

      Büroya girmezden önce aralarında geçen iş birliğine dair cilveli, gönül alıcı, sanatlı sözler düzenleyerek henüz pembe beyaz ve tombul kalmış kollarını çarşaftan ve dantelli yenlerinden sıyırarak yazı masasının üstüne dayar, en çekici, en tatlı gülümsemelerini dudaklarının