Hüseyin Rahmi Gürpınar

Toraman


Скачать книгу

güç ve cevherdeydi. Osmanlı memleketlerindeki yere gömülü madenler gibi Şuayip Efendi kendi erkeklik cevherinden kendisi bile habersizdi. Hasnâ Hanım onu körlendi sanıyordu. Rahim tıkanıklığı nöbetleri sırasında ihtiyar karısının mevsimsiz olduğu kadar ateşli ve tiksinti verici sevda saldırışlarından kurtulmak için bu yalana başvurmuş ve karısını inandırıncaya kadar yıllarca akla karayı seçmişti. “Herifin gözü artık beni görmüyor. Büyü yapıp kocamı bağladılar. O sırım gibi adam paçavra kesildi. Keskin bir hoca biliyorsanız bana salık veriniz. Büyüyü bozdurayım. Bu genç yaşımızda herifle kardeş gibi olduk a dostlar!” sızlanışlarıyla çalmadığı kapı, başvurmadığı tedavi çaresi kalmadı. Kocasını haftalarca tütsülere yatırdı. Yedirmediği kuvvet macunu, takmadığı muska, ıslatıp içirmediği dua bırakmadı. Hoca, doktor öğütlerinden başka Çingene karısı reçeteleri şifa düzeninden olan kunduzlara, köstebeklere, kaplumbağalara, kurbağalara, örümceklere, yengeçlere, şeytan minaresinin içine, hüthüt yumurtalarına varıncaya kadar hep yedi. Karısının gönlünü yalnız bu suretle hoş etmeye çalıştı. Çünkü onun öteki türlü hatırını almaya kendince imkânı yoktu. Vücudunu her çeşit denemeye açık tutmaktan çekinmedi. Fakat Hasnâ Hanım paçavrayı diriltemedi. Kocasının güçsüzlüğüne inandı. Şuayip Efendi de hayatının bu en zor şeyinden kurtuldu. Fakat kadın bütün bütün fitili aldı.

      Karısının yedirdiği kuvvet verici şeylerden komisyoncunun bünyesi etkisiz kalmadı. Kanında ve sinirlerindeki cinsel yeteneği vakit vakit coşup kabarma nöbetleri gösterdi. Fakat yalnız turfanda ve taze meyveler için iştahları depreşen uyuşuk mideler gibi ihtiyarlara vergi gençlere düşkünlük merakıyla doluydu. Kokusu pek koklanmamış, renk ve çekiciliğiyle pırıl pırıl, yeni açılmış taze çiçeklere, gençlik ve güzelliğinin henüz dumanı üstünde, güvercin palazı körpe kızlara düşkündü. Günaha girerse de böyleleriyle girmek, yarın öteki dünyada günahlarının cezasını çekmek için zebanilere yakasını vermezden önce bu dünya meleklerinin aşk tatlarıyla yanmak isterdi.

      Ünlü bir masal vardır: Bir padişahın çocuğu olmaz. Bir derviş görünür. Zamanın hükümdarına bir elma sunarak bu sihirli elmayı kadın sultanla yarı yarıya yemelerini, kabuklarının da kısrağa yedirilmesini söyler. Bu elmadan Tanrı’nın izniyle nur topu gibi bir şehzade ve kısraktan da Düldül’e benzer çevik bir tay doğar.

      Bu masalın mucizesiyle kulağı dolgun olan Hasnâ Hanım, cinsel coşkunluklarda da kocasından aşağı kalmamak için Nasrettin Hoca’nın neft yağı hikâyesinden hisse çıkartır gibi güçlendirici ilaç ve öteberiyi kocasıyla yarı yarıya yemiş, kırıntılarını da kediye vermişti. Kedi o yıl Şehzadebaşı kantocuları gibi damlar üstünde azgın âşıklarla kulak paralayıcı inceli kalınlı birçok düettolar okuduktan sonra nihayet martta altı tane yavru doğurarak bereketli cinsel yeteneğine bütün mahalleyi hayran etmişti. Fakat kocasının nikâhlı karısına rağbet etmemesi yüzünden Hasnâ Hanım’ın yediği, içtiği bütün o cinsel hayatı güçlendirici şeylerin ateşi kanında kaldı. Kadını bütün bütün zehirledi.

      Şuayip Efendi de yaşlı sinirlerinde sevda hayalleri depreşmeleri, iliklerinde bir sonbahar şiiri uyanıklığı, kanında mevsimsiz bir yükselip kabaran aşk dalgası duyuyordu. İşte bu aralık karşısına Servi-naz çıktı. Lakin kadın adındaki nazla adamın kalbinde bir arzu ateşi uyandıramadı. Adamcağız bu kadının düzgün altında derinleşen buruşuklarına baktıkça Hasnâ’nın istek uyandırmak için süslendiği zamanlardaki yorgun yüzünü hatırlayarak onu görmüş gibi oluyor, kanı, iliği, siniri buz gibi donuyordu.

      Kadın yalnız adındaki nazın sihirli kuvvetiyle yetinmez kurnazlardan biriydi. İhtiyar kalplerin geç tutuşur fakat bir kere kıvılcımlandıktan sonra ateşin çatıyı saracağını biliyordu. İş, büyüleme metodunu amaca iyi isabet ettirebilmekteydi. Herifin yıkılmaya yüz tutmuş kalp hisarını fethetmek için yeminler etti. Antlar içti. Hiçbir şeyden çekinmeyecek ve yılmayacaktı. Komisyoncunun eğilimlerini, duygularını inceden inceye araştırmaya, incelemeye girişti. Zaafının, düşkünlüğünün gençlere karşı olduğunu anlayınca kavaf kadın, silahı kendi yorgun ve titrek elinden sağlam, genç bir avcının aman vermez başarılı eline bırakmak gerektiğini kabul etti.

      Servinaz’ın Binnaz adlı hayatının yirminci yılına adım atmış, Tanrı’nın özenle övmüş yaratmış, gerçekten eşsiz bir güzellik ve çekiciliğe sahip, şeytan, fettan bir kızı vardı. Bir temiz, namuslu ortamda yetişseydi birbirinden üstün olan zekâ ve güzelliğiyle kızın değerine paha olmazdı. Fakat bir anadan bin babadan olma bu Binnaz, orospuluk çöplüğünde yetişti, gelişti. Aşktan doğmuş bir güzellik, tutuşmuş iki kalbin alevlerinden fırlamış bir yasak aşk çocuğuydu. Yasak şey tatlı olur sözündeki iddiaya bu kızın yaratılışından daha açık bir örnek olamaz. Onu herhangi bir şeye benzeterek anlatmak, göz önüne getirmek mümkün değildir. Edasına, tadına, albenisine söz yoktu. Fakat nihayet pek yürek yakan, en acı ve tehlikeli zehirlere dönen tatlılardandı. Dışarıda büyük bir öğretim görmemiş, Güzel Sanatlar Akademisine gitmemiş, öğretmen okullarının semtine uğramamış, o özel ana okulunda yetişip sanatının ustası olmuştu. Anasının tutkunlarına verdiği gizli ziyafetlerde ruhları titreten gazeller okur, dinleyenlerin, orada hazır bulunanların akıllarını da beraber zıplatacak çiftetelli oynar. Maçiçte, tangoda Parizyana artislerini gölgede bırakırdı. Anasının göstermelik olarak iş edindiği kavaflıktaki başarısı kızının yüzündendi. Binnaz’ı billur şişeye konmuş bir hayat suyu ve neşe pınarı gibi iştahlılarına yalnız dışından yalatır, kimseye bir yudum yutturmazdı. Ateşten yanan bir ağız böyle sızdırılmış, süzülmüş bir sevda içkisini kabın dışından yalamakla nasıl artan bir ateşe uğrarsa buna da dil uzatanlar öyle tutuşurlardı.

      Karı kendi sevgi büyüsüyle komisyoncuyu çarpamayınca av silahını kızının eline verdi. Kendi bir hastalık bahanesiyle işleri yürütmek için büroya Binnaz’ı göndermeye başladı. Anası çekirdekten yetiştirdiği kızına artık sanatı devrediyordu. Binnaz hem kaçar hem davul çalar sözünü yerine getirir bir davranışla komisyoncunun karşısına melekçesine bir şeytanlıkla çıktı. Öyle ki Şuayip Efendi bu eşsiz güzelliği görünce gökte huri kardeşlerinden ayrılmış bir gökyüzü sürgünü sandı. Bu çekicilikte bir kadının bir erkeği ne gibi kaza ve belalara sürükleyebilecek büyüleme gücünde olduğunu düşünerek o zamana kadar yerdiği, tenkit ettiği bazı adamlara şimdi hak verdi. Kendisi de böyle bir günah için cennetten kovulmayı göze alacak bir ahlak sarsıntısına düştü. Kendi cinsel hayatının hayallerini dolduran, duman üstünde aşk sofrası işte buydu. Ağzının salgısı çoğaldı. Yutkunuyor, yutkunuyordu. Zavallı adamcağız şair değildi. Kendi kendine küçük dilini yutarcasına “Heyyyyy! Bu nasıl mahluk böyle be? Bir lenger kaymak, kaymak, kaymak…” tutkusunun şaşkınlığı içinde salyalarının yarısını içeri, yarısını dışarı akıttı. Onun değer ölçüsünde ve şairliğinde beyazlık, yumuşaklık, tat ve güzellikçe kaymaktan üstün bir şey yoktu. Bütün tutkunluğunu bu benzetmeyle dile getirir, imrendiği her şeyi buna benzetirdi: Kaymak… Zavallı adam nihayet kaydı. Tepesi aşağı baş döndürücü bir patinaj yaptı. Artık bir daha da doğrulamadı.

      Bu bir lenger taze, nefis kaymak, komisyoncunun zihnini öyle bir kaplayış kapladı ki evde, sokakta, uykuda aklında hep o… Hep o kaymaktan tatmak görüntüleri… Onu yemedeki tadın hayalleri… Rüyalarında bu lengerin kıyısından bucağından banmaya uğraşırdı.

      Çoğu yaşlılara ihtiyarlık hırsı dedikleri bir pintilik gelir. Sebebi, başka tatların azalarak boş bıraktıkları yerlere bir bencillik gelmesi, kazanç kaynaklarının, zengin olma imkânlarının azalması, vücudun çalışma gücünden düşmesi bunun için ömrünün