Ахмет Мидхат

Cellat


Скачать книгу

zorunlu olduğundan bahsederek bu konuda polisin fikrini sorunca polis de bugünkü kraliyet hükûmetine mi, yoksa imparatorluğa mı bağlı olduklarına karar veremez.

      Bunun üzerine sarhoşun biri der ki:

      “Bunun en doğrusu, ‘Yaşasın cumhuriyet!’ diye bağırmaktır.”

      Böylece öyle bağırırlar. Ancak, günün şartlarının, bu sarhoşlardan ve yanlarındaki polis memurlarından biraz daha fazlaca farkında olan orada bulunanlar, şu bağırışın en tehlikeli bir bağırış olduğunu bilerek, kuruların yanı sıra yaşların da yanmaması için, hepsi birden meyhaneyi bırakarak kaçmaya mecbur olurlar.

      Gerçekte bu kargaşa sadece şu meyhaneye özel olmayıp Paris’in en büyük toplanma yerlerinde de bu kararsızlık, bu dereceye kadar hüküm sürmekteydi. Kral taraftarları kendilerinin hüküm sürdüğü zamanların geçmiş olduğunu görüyorlarsa da, uzak bir ihtimal de olsa ümitle hemen saatten saate yeni bir şeyin ortaya çıkarak Napolyon’u kaçırmasını beklemekteydiler. İmparator taraftarları artık talihin, yüzünü kendilerine çevirmiş olduğuna şüphe etmiyorlardı. Ancak diğer taraftan da, mucize gibi bir gücün ortaya çıkmasıyla canlarını sığınaklarına atmak tehlikesini de hiç uzak görmüyorlardı. Halktan olan ve iki yönetim arasında kalan kimi fırsatçılar ise “Şu aralık Paris’i bir daha yağma etmek neden mümkün olmasın?!” diye düşünerek bu tür uğraşlarda bulunmakta hiçbir ciddi engel görmüyorlardı.

      Gerek kraliyet hükûmeti taraftarlarının ve gerek Napolyon destekçilerinin böyle ümitsizlikle ümit arasında ve her durumda şiddetli bir titreme ve müthiş bir heyecan içinde bulunmaları yersiz de değildi. Çünkü Napolyon’un akıllara durgunluk verecek kadar gizli bir organizasyon ve çabuklukla Paris’e gelip kralı kaçırdığı büyük devletlerin kulağına ulaştığında, var olan tüm medeniyetler için bir bela, bir yıkım olarak görülen bu afacanı mutlaka ortadan kaldırmak için İngiltere ve ona bağlı olan diğer devletler savaş hazırlıklarına kalkışmışlardı.

      Ya Napolyon bunların hazırlıklarına suskunluk ve hiçbir şey yapmayarak mı karşılık verecek!? Napolyon’daki yürekliliği ve olağanüstü cesareti anlayabilmek için şu tarihî olaya dikkat buyurmalıdır:

      Devlet adamlarından ve askerlerden oluşturduğu bir mecliste Avrupa devletlerinden hangilerinin Fransa’ya savaş açabileceğinin ve hangilerinin Fransa ile dayanışma içinde bulunacağının ve hangi devletlerin tarafsız kalacaklarının mümkün olduğuna dair görüşmeler yapılmaktaydı. Herkesin kendi tahminini ortaya koyması; fakat bu tahminlerden düşman dost ve tarafsız devletlerin hangileri olacağı anlaşılamayınca, Napolyon orta yerdeki masa üzerinde bulunan Avrupa haritasını alıp kurşun kalemle Fransa sınırlarını çizdikten sonra demiş ki:

      “İşte şu sınırların dışında kalanların hepsini Fransa’ya düşman sayarak, öyle düşünelim. Onlar bize savaş ilan etmekten çekiniyorlarsa, bizim bütün Avrupa’ya savaş ilan etmemiz için ne engel vardır!”

      Bundan dolayı Napolyon’un Paris’e girişini henüz büyük devletler haber almadan, Akdeniz sahilinden Paris’e kadar geçtiği yolların iki tarafında bulunan kasabalar ve onlardan yayılarak beylikler ve daha da yayılmasıyla şehirler haber aldılar. Paris’e girişinin dördüncü günü de Fransa’nın bütün köylerinde trompetler çalınarak imparatorun geri döndüğü bildirilerek bütün Avrupa’ya karşı savaşa hazır olmak için askerlik yaşında olanların ve daha önceden terhis olmuş askerlerin yoklama yaptırmaları hakkındaki emirler çığırtkanlarca ilan edilmiş ve halk bölük bölük belediye daire merkezlerinde toplanmaya başlamıştı.

      O zamanın gazetelerinde askerî hikâyelerden olmak üzere yazılmıştır ki:

      “Eski askerlerden bir ayağı kesik olan bir çavuş tek ayakla piyade askeri olamazsa da tek bacakla ata binmenin kendisi için mümkün olduğunu söyleyerek atlı asker takımına kaydolunması hakkında Napolyon’a dilekçe vermiş, demiş ki: ‘Öteki bacağımı da düşman güllesine hedef etmek arzusundayım.’ ”

      Yüz gün boyunca hüküm süren hükûmet sırasında Fransa’nın nasıl bir karmaşa içinde kaldığını buraya kadar vermiş olduğumuz bilgi, okurlarımızın gözünde canlandırmaları için yeterli görülsün. Hatta yüz gün sonra Vaterlo çarpışmasında o savaş ustasını, ülkeleri, altında dize getirmiş olduğu kılıcını teslim etmek zorunda bırakan gücü sağlamak konusunda büyük devletlerin ve özellikle de İngiltere’nin nasıl acil bir hazırlığa mecbur olduğunu düşünürsek, Avrupa genelinin de Napolyon’un geri dönüşünden dolayı ne derecede bir karmaşaya, bir telaşa düşmüş olduğunu anlayabiliriz.

      Ancak bu arada işin şu yönünü de kaydetmeliyiz ki, Paris’e geri döndüğünde Napolyon da asker toplamaktan, taraftarlarını artırmaktan ve kendi hakkında halkın dostluk ve desteğini perçinlemekten başka hiçbir amaç bulunmuyordu. Öyleyken, bu amacın gerçekleştirilmesinde yapılan gizli kapaklı ve hoş olmayan davranışlar sayesinde kimi ahlaksızlıklar o kadar almış yürümüştü ki namus ve ahlak sahibi bir adamın şu karmaşa ve alçaklıkları asla beğenmeyeceği ortadaydı.

      Bu durum, Napolyon’un önüne getirildiğinde demiş ki:

      “Kuru şamatalara kulak vermeyiniz. Sarhoşluk ve ahlaksızlık sebebiyle polisin eline geçenleri hemen askere tıkınız, memleketi bu türden ahlaksızların vücudundan temizlemenin en kestirme yolu budur.”

      1792 yılından beri gerek iç gerek dış savaşların barut dumanı hemen hiçbir gün göklerinin ufkundan sıyrılıp kalkamamış olan bir memlekette, bir senelik süre içinde bir imparatorluğun krallığa ve krallığın yine imparatorluğa ve o imparatorluğun Vaterlo Savaşı’nın ardından yine krallığa dönüşmüş ve başkalaşmış olmasını göz önünde bütünüyle canlandırmalıdır ki, 1814 senesinin ikinci yarısıyla 1815 senesinin ilk yarısından ibaret olan zamanın, Fransa’da ve onun merkezi bulunan Paris ’te nasıl dehşetli bir kargaşa ile geçmiş olduğu gözlerde güzelce canlandırılabilsin.

      Üst ve alt tabakadan hiçbirisinin ne içinde bulundukları hâllerinden ne de geleceklerinden asla emin olamadıkları bu durumda, hiçbir kimsede de korku ve çekince kalmamıştı. Siyasi gruplardan her biri, “Bugün yensek de, yarın yenilen olma ihtimali uzak değildir.” endişesinde bulunmakla beraber bu gruplardan her biri “Yarın yenilen olursak, öbür gün yine yenen oluruz.” cesaretine de sahiptiler.

      Böyle karışık bir zamanda Paris gibi zaten garip olayların ve acayip durumların merkezi olan bir memlekette her biri bir roman denilebilecek ne kadar olayın olacağı da akla gelir ya!

      İşte bizim “Cellat” başlığıyla başladığımız roman da bu önemli zamanın olup biten karışık ve garip olaylarından biridir. Başlangıcı 1814 yılından önce olduğu gibi, bitişi de 1815 yılından sonraysa da en önemli olayların yaşandığı zaman, yine bu iki tarih arasındaki zamana denk gelir.

      II

      1814 miladi yılının sonlarında, yani yukarıdaki bölümde tarif ettiğimiz zamanlarda Napolyon’un Fonten Belv sarayında istifasını yazarak Elbe Adası’na çekilmiş olduğu sıralarda, Paris’te Eyena Köprüsü üzerinden iki kadın geçmekteydiler.

      Bu kadınlardan birisi uzun boylu, ince yapılı bir şey olup, yüzünü sıkıca ve siyah bir peçeyle örtmüş olmasına rağmen kaşlarının, gözlerinin, ağzının, burnunun, çenesinin oluşturduğu bütünlüklerinden görüntü olarak güzellik sahibi olduğu fakat saçlarındaki beyaz tellerin siyahlara üstün gelişinden ve göz, kaş uçlarının kırışıklıklarından da yaşının elliye yaklaşmış olduğu anlaşılırdı. Hele yerden iki parmak kadar yüksek bulunan elbisesinden attığı her adımda dışarıya çıkan ayakları ve siyah eldiven içinde