dedi. “Hepsi öldüler.”
“Buradan kaç para alıyorsun?”
“On lira veriyorlar.” dedi. “Yemeği de onlarla yiyorum.”
“Kimlerle?”
“İşte Faika Hanımlarla…”
“Faika Hanım kim oluyor?”
“Babanın kızlığı yok mu?” dedi.
“Ben bilmiyorum. Baba dediğin kimdir, onu da tanımıyorum.”
“Baba, işte burayı tutan değil mi?”
“Burayı tutan Ayaşlı İbrahim Efendi.”
“İşte İbrahim Efendi. Onlar baba diyorlar, ben de alıştım.”
“Üvey kızı babasının yanında mı oturuyor?”
“Kızı dipteki odada, baba sizin bu yanınızdaki odada. Dün taşınırken burada değil miydi?”
“Buradaydı ama ben hangi odada oturduğunu nereden bilirim? Babanın kızı, tek başına mı oturuyor?”
“Kocası var ya! Şoför Fuat… Şimdi İstanbul’dan anasını da getirmiş, hep bir odada oturuyorlar.”
“Sen de onların yanında mı kalıyorsun?”
“Benim bir odam var. Geceleri giderim.”
“Babanın yanında bir genç delikanlı var, o kim?”
“Babanın oğlu, köydeki karısından…”
Ayaşlı, Faika’nın anasını burada almış. Yalnız nedense bu yeni karısı, babayla bir yerde oturmuyormuş. Kadının ayrı evi varmış. Ara sıra kızını görmeye gelirmiş. O zaman baba ile de oturup konuşuyorlarmış. Faika da anasını görmeye gidermiş. Halide’nin dediğine bakılırsa anası, Faika’dan daha güzelmiş.
Bunları konuşurken odayı düzeltiyorduk. Hizmetin çoğunu ben gördüm, o yalnız toz aldı. Bir aralık sordum:
“Nerelisin?” dedim.
“Ben mi? Ben, Ezirgânlıyım.”
“Hı, konuşman hiç Ezirgânlıya benzemiyor.”
“İstanbul’da çok kaldım.”
Halide’nin anlattığına göre ufak yaşında Ezirgân’da kocaya varmış. Sonra muhacirlikte kocası ölmüş. İstanbul’da bir topçu kaymakamı bunu yanına almış. İki sene onun yanında kaldıktan sonra hastalanmış, hastaneye yatırmışlar. Bir daha topçu kaymakamının evine dönmemiş.
Bir ebe hanım, “Seni bir kocaya veririz.” diye bunu evine götürmüş. Bir zamanlar da onun yanında kalmış, evlendirecekler diye beklemiş. Sonra bakmış ki evlendirecekleri yok, yalnız çalıştırıyorlar; bir arkadaşı ile sözü bir edip kaçmış, buraya kadar gelmişler. O zamandan beri, burada hizmetçilik edip geçiniyormuş. Yüzüne baktım. Bu kız, kaç yaşında olmalı ki bunu muhacirlikte kocaya da vermiş olsunlar? Yalan söylüyor ama varsın söylesin…
“Nerelerde çalıştın?”
“Evlerde çalıştım. Muhittin Bey’i tanıyor musunuz?” “
Hangi Muhittin Bey?”
“Su şirketinde.”
“Tanımam.”
“İşte onlarda durdum, Gayret Otel’de çalıştım. En iyisi gene oteller. Evlerde çalışmak güçtür.”
“Niçin?”
“Güçtür. Ne erkeğinden rahat vardır ne kadınından…”
“Burada çalışıyorsun, burası ev değil mi?”
“Değil ya, burası ev mi? Ev olsun, hanım olsun da bak! Hanım olsa seninle gelip konuşabilir miyim?”
“Hımmm, kıskanıyorlar desene!”
“Aman kıskanmayanı da… Hizmetçi adam mı seninle konuşsun?”
“Demek konuşturmazlar?”
“Konuşturmazlar ya! Ben neler gördüm. Eve evlatlık kızlar alırlar; görsen onlara neler yaparlar. Ben İrfan Bey’in evinden o evlatlık kızlar yüzünden çıktım. Senin kışın, soğuk suyla taşlık sildiğin var mı?”
Halide’yi dışarıdan çağırmasalar daha söyleyecekti.
2
Ertesi günü erken, gene bilmem niçin, Halide’yi ararken mutfakta kısaca boylu, kısıkça sesli; başı yazma yemeni, sırtı örme hırkalı, ihtiyarca bir hanımla karşılaştık, konuştuk. Bu hanım şoför Fuat’ın anası, Faika Hanım’ın kaynanası imiş. İstanbul’dan yalnız birkaç gün için oğlunu ve gelinini görmeye gelmiş, yirmi gün olmuş daha gidemiyormuş. Oğluyla gelini yalvarıyor, salıvermek istemiyorlarmış. Bu hanımın İstanbul’da biri ergen, öteki taze dul iki kızı varmış. Küçüğü hocalık, büyüğü daktiloluk ediyormuş.
Bana bunları anlattıktan sonra, bu hanımın biraz da gelinini çekiştireceğini sanıyordum, yanılmışım! Gelini için hiçbir şey söylemedi. Onun yerine oğlunu çekiştirdi: Bu zengin bir yağlıkçının kızı, bir polis komiserinin karısı imiş. “O zamanın polis komiserinin de adı, şanı vardı.” diyor. Anlaşılıyor ki parası da varmış. Bu hanıma babasından epeyce kırıntı kalmış. Bu kalan mallar arasında; bir bostanın dörtte biri, Ayvansaray’da bir çekek yerinin yarısı da varmış.
Kadın kızlarını okutmuş; yazdırmış, adam etmiş. Oğlunu da okutmak istemiş ama Fuat okumamış. “Şoför olacağım.” diye tutturmuş. Elde ne varsa satmış savmışlar; kadının gümüş zarfları, gümüş kemeri, bir çift zümrüt küpesi de gitmiş. Bunlarla Fuat’a az kullanılmış bir otomobil almışlar. “Bari bir işe yarasa!” İki hafta geçmeden otomobil bozulmuş. Hadi tamire… En sonunda da Büyükdere yolunda bir hendeğe düşmüş, hurda yerine satmışlar. O zaman Fuat’ın elinde şoför kâğıdı bile yokmuş. Bu hanım gitmiş eşe dosta yalvarmış, çalışmış; kırk lira da para yedirmiş, şoför kâğıdı almışlar. Sonra Fuat, “İş buldum, Balıkesir’e gidip şoför olacağım!” demiş, çıkmış gitmiş. O zaman bu hanım çok söylemiş, “Ben sana şoför kâğıdını gitsin, yabanın memleketlerinde sürünsün diye mi aldım?” demiş amma Fuat dinlememiş.
“Balıkesir yaban memleketi mi ya? Orası bizim değil mi?”
“Gene onlar da Müslüman ama İstanbul hiçbir yere benzemez.” dedi.
Kadın yalnız kendi oğlunun değil, hükûmetin de İstanbul’u bırakıp buralara gelmesine akıl erdiremiyor.
“O, canım İstanbul’u bırakıp bu dağ başlarına gelecek ne vardı?” diyor. “Şimdiki zaman adamlarında da akıl kaldı mı? Ben şu kadın aklımla kendimi onlara değişmem. Bir kadınların kıyafetlerine baksınlar.”
“Ne var ya, kadınların kıyafetleri fena mı?” dedim.
“İyi mi?” dedi. “Ben hiçbirini beğenmiyorum. Zurafa kadınlar gibi hepsi saçlarını kesmişler. Bizim zamanımızda zurafa kadınlar saçlarını keserlerdi. Saç kadının ziynetidir. Ben ona şaşmıyorum, birtakım benim gibi kocakarılar da saçlarını kesiyorlar da…”
“Yok canım, siz kocakarı mısınız?”
“Kocakarı ya, baksanıza mihnet bizi neye döndürdü. Benim akranım hanımları görseniz şaşarsınız. Vallahi daha taze kız gibi duruyorlar. Rahmetli sağ olsaydı ben de böyle olmazdım ya…”
“Gene de neniz var! Biz taze hanımları da görüyoruz!”
“O