Мемдух Шевкет Эсендал

Ayaşlı ile Kiracıları


Скачать книгу

delil tuttular. Bunun bir kaza olduğu kimseye anlatılamadı.

      Ayaşlı, beş ay hapiste tutsak kaldıktan sonra dört arkadaşıyla bir gece kaçtı, dağa çıktı. O zaman kendisine Battalın İbrahim diyorlardı. İki yahut üç yıl Kastamonu, Çankırı, Bolu arasındaki dağlarda gezdi. Çoklarının evlerini basıp paralarını aldı. Para için çocuklarını dağa kaldırdı. Yolları kestiği oldu. Köylülerin işlerine karıştı: Birinin parasını, malını, bir zorbanın elinden alıverdi; bir dul karıya biraz para verdi, iki köy arasında çok eskiden kalma bir baltalık kavgasını bitirdi; kendisince oralarda hükûmet eder oldu ama bu her gün korku içinde, tetik yaşamak da onu yordu, usandırdı. Valinin biri bunları dağdan indirmek istiyordu: “Gelsin, teslim olsunlar, suçlarını bağışlatayım.” diye haber yolladı. Vali yiğit bir adam diye anılıyordu; ona güvendiler, teslim oldular. Suçları bağışlandı. Ayaşlıyı zaptiye çavuşu yazdılar. Bugün bile birçoklarının ona, “İbrahim Çavuş” demeleri bundandır.

      Ayaşlının uslu durmayacağını, gene dağa çıkacağını söyleyenler oldu ama aslı çıkmadı. Ayaşlı biraz sonra Ayaş’a kalktı. Orada tahsildar oldu, vergi kâtipliği etti. Biraz daha sonra hükûmet hizmetinden çıkıp aşarcılık etmeye koyuldu. Bu sırada Balkan Muharebesi çıktı, askere gitti.

      Gelibolu taraflarında bulundu. Dönüşte Ayaş’ta bir arzuhâlci dükkânı açtı, bir yandan da köylerden ekin toplamaya, alıp satmaya başladı. Büyük muharebede yeniden asker oldu. Bir hastanede hademelikten başladı, idari memuruna yamaklığa çıktı. Bugün elindeki paranın anası buradandır.

      Askerden çıkınca birkaç sene, burada bir hanla bir otel tuttu. O zamanlar otelcilik para bırakıyordu. Sonraları daha yeni daha temiz oteller açılınca Ayaşlı onlarla yarışamadı, oteli başkasına bıraktı. Elinde yalnız han kaldı. Şimdi bu hanı işletiyor, kesene işlerine girişiyor, mekteplere ekmek veriyor; Trabzonlu bir ortakla bir eskici, koltukçu dükkânı işletiyor. Bu işler arasında bu oturduğumuz apartımanı da kiralamış, buradan kazancı yalnız bedava oturmak oluyor.

      Ayaşlının yaradılışının en göze çarpan yeri, parayı kazanırken başka, yerken başka adam olmasıdır. Parayı kazanırken Ayaşlı; sert, haydut, aldatıcı, acımaz bir adamdır.

      Kazanmak için bu haksızlıkları yapmak da doğru olduğuna inanır; yalansız, dolansız alışveriş olur mu? Doğru alışverişi sen yapsan başkaları yapmaz. O kazanır sen ağzını havaya açarsın, der.

      Kazanmak için Ayaşlının yaptıklarının yüzde birini, Hasan Bey’e yaptıramazsınız. Hasan Bey, rüşvet alan memurlara kızar, köpürür; Ayaşlı ise rüşvet almayan yahut rüşvet alıp da gene işi bitirmeyen memurlara kızar.

      “Bunların ellerinden iş çıkmaz ki!” der. “Ne kendilerine hayırları var ne başkalarına.”

      Bir gün kendi işlerini anlatırken diyor ki:

      “Benden para almadı; sözüm buradan dışarı, be pezevenk, diyesin, başka birinden al da onun işini yap, hiç olmazsa bir fıkara da birkaç para kazansın! Bunlara baksan herkes acından ölmeli! ‘Fesat karıştı.’ diye kâğıtları bozmuş…”

      Ayaşlıya göre, bir memur da pazarda bir dükkâncı gibidir. Rüşvet alıyorsa eh, o da geçinecek… Bir memur rüşvet alır da işi yapmazsa bu, bir bakkalın parayı alıp malı vermemesi gibidir. Gözünü açmalı, malı kaptırmamalı… Bir iş için başka biri çıkar da daha fazla verirse eh, hakkıdır. Sen daha çok vereydin!

      “Ben elli kâğıt verecek oldum, altmış diye haber yollamış. Benden sonra Hacı’nın oğlu gider, yetmiş verir, alır. Ertesi gün ben öğrendim, yetmiş beş verdim: ‘Ona söz verdim, olmaz.’ dedi. Seksen de versen doksan da versen kurtarırdı. ‘Akşamdır, kimse gitmez.’ dedim, kabahat bende oldu. Neyse kısmet onunmuş.”

      Ayaşlı için, “hükûmet” demek memurlar demektir. Büyük memurlar ve küçük memurlar toplanır, adına hükûmet derler.

      “Memurluk kazançlıdır, derler ya kulak asma! Çoğu borçludur. Aldıklarını karıları yer. Onlarda karılar vardır, fil gibidir; birini bir köylü toplansa doyuramaz!”

      Ayaşlı, bu söylediklerine inanır ancak inandıklarını her yerde söylemez. Çok konuşmaktan hoşlanmaz. Dinler.

      Kalabalık bir yerde, tanımadığı adamların yanında büsbütün susar ve bu huyunda Hasan Bey’den çok ayrılır. Hasan Bey söyleyip herkesi ağzına baktırmak ister. Her zaman hükûmetten şikâyetçi olması, hiçbir işi beğenmemesi, biraz da bunları herkesin isteyerek dinlemesindendir.

      Hasan Bey dinleyen bulursa devletler arasındaki yüksek siyasetten de konuşur. Alman Fransız’a demiş ki: “Beş yıla varmaz gene kapında biterim, ver artık benim kralımı!” Fransız da Alman’a demiş ki: “Ver sen paraları, al kralını. Eğer sen de bir daha belini doğrultursan gene gel, buyur!”

      Kazandıklarını yerken bu iki adam, birbirine çok benzerler. Bunların ikisi de yalnız yemekten, içmekten hoşlanmazlar. Birlikte yenilen yemeğin parasını ikisi de kendileri vermek isterler. Hasan Bey olsun Ayaşlı olsun, yanlarına birini takmadıkça aşçı dükkânına girmek istemezler, rakı içirirler. Köylülerinden biri gelse Ayaşlıdan para istese boş çevirmez, yeter ki bu alışveriş olmasın…

      Kahramanlıktan, batırlıktan, yiğitlik hikâyelerinden ikisi de coşarlar. Bir gece Ayaşlıya bir misafir gelmişti. İzmir muharebelerini anlattı; ikisinin de dudakları titredi, az kaldı ağlayacaklardı.

      5

      Bu odaya taşındığımın haftasında; bir sabah işe gitmek için odamdan çıktığım zaman, koridorun loşluğunda, yerde bir kadının yattığını gördüm; sokuldum. Halide, bayılmış yatıyor. Hemen Faika’nın odasının kapısını vurdum. Ayaşlı ve Fuat evde imişler. Koştular, Halide’yi Faika’nın odasına kaldırdık. Biraz sonra ayıldı.

      “Bunu bir hekime götürmeli…” dedim.

      “Evet, göstermeli. Fuat gitsin, çağırsın.” dediler.

      Fuat da şapkasını aldı, gitti. Ama ertesi sabah gene ortalıkta dolaşan Halide’den anlıyorum ki Fuat gitmiş, onların dedikleri hekimi yerinde bulamamış. Haber bırakmış, hekim de şimdiye kadar gelmemiş.

      “Seni, ben bir hekime yollasam gider misin?” dedim.

      “Giderim. Niye gitmeyeyim?..” dedi.

      Halide’nin eline bir mektup verdim, benim en yakın arkadaşım olan Doktor Fahri’ye yolladım. Ertesi gün Fahri bana şu mektubu yazdı:

      İki gözüm,

      Gönderdiğin kadına baktım, bizim mütehassıs arkadaşlara da baktırdım. Çocuk dört aylık kadardır. Düşürmek için anasının içtiği türlü pisliğe, türlü süprüntüye aldırmayarak yerine oturmaktadır. İyi bakılmak ister. Hastanede kalmak is temiyor. Ben kanı kesmek için ilaç verdim. Çocuğu düşürmek için bana yalvardı. Bundan evvel de bir çocuk düşürdüğünü söylüyor. Ciğerlerinde bir şey yok. Ateşi bugün yarın düşer, sanırım. Düşmezse gene gelmesini söyledim.

      Bu gece bize gel, sana kendi yaptığım şaraplardan içireceğim. En yüksek, Ren şaraplarından daha üstün değilse beş paranı almam. Allah aşkına gel… Tembellik etme, bekliyorum.

Fahri Rıza

      Halide’nin gebe olacağını nedense hiç düşünmemiştim. Bunu Faika’nın bilmesi gerekti; onlar da hiçbir şey açmadılar. Böyle kadını az, erkeği çok bir yerde, tek başına yaşayan genç bir kadını boş bırakırlar mı? Ben bunu bilmeliydim. Ertesi gün Halide odama geldi. Ben daha bir şey açmadan, o sordu:

      “Doktor