iyilik olur, Allah razı olsun. Benim işim nerede yok ki…
İskânda var, Nafıada var, Dâhiliyede var, bura belediyesinde var.
Var de…”
“İyi, bunları konuşalım. Ben burada çoklarını tanırım.”
Ertesi gün birlikte Nafıaya gitmeye sözleştik.
“Bereket versin bu İbrahim bizim eski tanıdık, yatak kirası için bizi sıkıştırmıyor. Yoksa benim için çok sıkıntı olurdu.” dedi. “Sen bu ev sahibini tanıyor musun?”
“Tanımıyorum. Gördüm ama konuşmadık. Bir arkadaşım burayı tutmuş, bana devretti.”
“Ben tanırım. Çok erkek oğlandır. Sen de bir yol tanıyınca seversin. Bu, eskiden otel tutardı. Ben de o zaman buraya sıkça gelir giderdim. Bunun otelinde kaldım, oradan tanışıyoruz.”
Biraz sustuk. Hasan Bey uzun uzun beni süzdükten sonra:
“Beeey!” dedi. “İnsan da bu kadar birbirini andırır mıymış? Seninle konuşurken valla Rıza ile konuşuyorum sanıyorum.”
Biraz sonra geçmişleri anlatmaya başladı:
“Buraları ne? Buraları çöl be… Burada tosbağalar susuzluktan geberiyor. Sen Sarıçalı meşelikleri gördün mü? Deh gözüm hey! Ormanın içinde gömgök dere akar, kol gibi turnalar atlar mı!.. Rakıyı okkayla içerdik. Koyun sütünü akşamdan sağar ayaza korlar ki iki parmak kaymak bağlar. Her sabah kömürcü kulübesinde taze kül pidesi pişirirler. Bu pide ile çiğ balı, çiğ kaymağı yer, tüfekleri alır, ava çıkardık. Sizin orada bir Delice su vardır. Baban orada bir bağ yaptırmıştı. Sen gördün mü orasını?”
“Bilirim. Bağ keleme olmuştu, bakılmamış.”
“Haa, orası mamur bağdı. Onun sefasını rahmetli Rıza ile biz sürdük. Oraların dili olsaydı da sana söyleseydi. Yıllar tez geçti aşnam işine bak, kocadık gitti.”
Hasan Bey bu akşam Ayaşlı ile yemek pişirmişler, beraber yiyeceklermiş. Halide geldi, yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hasan Bey:
“Hadi, geliyorum.” dedi.
Sonra bana:
“Yemek yemedinse buyur, yiyelim. Biz çok akşamlar, İbrahim’le burada pişirip yiyoruz, burada içiyoruz.” dedi.
“Ziyade olsun, ben yedim. Ben de biraz okuyayım.” dedim. Hasan Bey gitti.
4
Ayaşlı benim yanımdaki odada oturuyor. Kapıdan girince insan kendini Semercinin hanında bir odada sanır: Solda yere serilmiş bir yatak. Bu yatak bazı günler dürülüp köşeye kaldırılır bazı günler de serili kalır, Ayaşlı üstünde oturur. Kapı arkasında su testisi, ağzında mavi maşrapa kapalı. Kapı karşısında pencerelerin önünde yere serili bir yatak daha… Bunda Ayaşlının oğlu yatar.
Yerde Kırşehir örneği üç halı seccade… Bir köşede üstü renkli teneke kaplı bir sandık, bir eski bavul, kapağını Ayaşlının kendi kösele parçalarıyla mıhladığı bir gaz sandığı. Bunu Ayaşlı çamaşır dolabı gibi kullanır. Üstünde oturduğu zaman soluk pembe yorgan boydan boya yatağın üstüne serilir daha üstüne de yerdeki seccadelerden biri yayılır. Yatağın baş ucunda, duvarda asılı bir saz. Keyfi yerinde oldu mu, Ayaşlı saz çalar. Evde kalorifer, elektrik ve mutfakta hava gazı varken Ayaşlı, kahvesini mangalda pişirir. Bu sac mangal, Ayaşlının odasıyla mutfak arasında gezer durur, bu yüzden sabahları bütün bizim bölükte kömür kokusu duyulur. Faika söylenir, herkes söylenir, Ayaşlı aldırmaz.
İlkin gördüğüm zaman Ayaşlının odası, bu anlattığım gibiydi. Biraz sonra Ayaşlı odaya, iki kişilik çok eski, çok mükellef bir ceviz karyola ile konsolu çok yüksek; gene cevizden çerçeveli bir endam aynası, bir de yuvarlak orta masası getirdi, koydu. Bu yüksek konsol ile aynası ancak bir çifte merdivenin orta sahanlığına konulmak için yapılmış olabilir. Yoksa bir sandalye üstüne çıkmadıkça insan aynada yüzünü göremez.
Ayaşlı, birçok işleri arasında yukarı çarşıda da bir eski eşya satan dükkâna da ortaktır. Bu karyola ve ayna, konsol oraya kelepir düşmüş. Meraklısına düşerse bunların tatlı satılacağına inanan Ayaşlı, işe tav vermek için eve getirmiş. Satılıncaya kadar da kendisi üstünde yatacak, ömründe bir keyif sürmüş olacak. Birini getirip aynanın çerçevesine, karyolanın tahtasına, masanın kenarlarına yaldız çektirdi; sonra uzağa çekilip baktı, beğendi. Ayaşlının yatağını, soluk pembe yorganını, geniş somyanın ortasına koydular; pek hoş düşmedi ama eh, o kadar kusur kadı kızında da olur!
Ayaşlı bu yanındaki oğlunu okutmak için getirmiş ancak nedense onu mektebe yollamaz. Oğlan evde okuyacak, sene sonunda mektebe gidip imtihan verecek. Haftada bir-iki kere kılıksız bir adam gelir, sanki çocuğa ders gösteriyor. Babası evden çıkınca bu oğlan, Faika’nın odasındadır. Akşama kadar oradan çıkmaz. Faika’nın misafiri olursa mutfakta gününü geçirir. Sessiz bir çocuk gibi görünürse de Halide’nin kavlince çok terbiyesiz imiş, kabaca el şakası yaparmış. Bu çocuğun adı, Numan’dır. Haftanın üç-dört gecesinde Hasan Bey’le Ayaşlı oturur, içerler; Ayaşlı çalar, Hasan Bey de o gür sesiyle okur; bu çocuk onların yanında yatağının üstünde, iki büklüm, elinde bir kitap sanki derslerine çalışır. Birkaç kere:
“Bırakın bu çocuğu gitsin, başka odada çalışsın.” diye işlerine karıştım. Ayaşlı da benim hatırım için çocuğa izin verdi ama isteyerek değil. Sonra ben de bu yaşayışa alıştım, söylemez oldum.
Bu oda içinde yaşayan Ayaşlı, kendisi Hasan Bey gibi uzun boylu, o da Hasan Bey gibi yaşça ellisiyle altmışı arasında, o da dinç, o da uzun bıyıklı, yalnız Hasan Bey kumral, Ayaşlı ise esmerce, Hasan Bey çakır denecek kadar mavi gözlüdür, Ayaşlı ufacık, kara gözlü ve gürce uzun kaşlı. Bu kaşların altından bakarken Ayaşlı sanki gizli bir yerden bakıyormuş gibi sanılır… Ayaşlının yüzünde hafif çiçek bozuğu da vardır. Hasan Bey’in ağzında dişleri tamamdır. Ayaşlı ise bu son yıllarda hemen bütün dişlerini çıkartmış, ağzına takma diş koydurmuştur. İçlerinden birkaçı altın olan bu takma dişler, Ayaşlının ağzına bol gelir; birini dinlerken ağzında bu dişlerle oynar, konuşurken çok zaman dişleri de düşer ama Ayaşlı bunlara aldırmaz, yenisini de yaptırmaz.
Bir zamanlar Ayaşlı, tepesindeki saçları tıraş ettirdi. Şimdi berberler onu Amerikan usulünde, tepesinde saç bırakarak tıraş ediyorlar. Şapkasını çıkarınca altından seyrelmiş; kirli, yağlı biraz saçın önden arkaya doğru yattığı görülür.
Bunlar yalnız berber dükkânında tarak yüzü görür, kalan zamanlarda Ayaşlı bunları parmaklarıyla tarar.
Ayaşlı, üstünün başının temizliğine de bakmaz. Tıraşı bir haftalık olmuş, aldırmaz. Kendi tıraş olduğu günlerde, çenesinde sakalından kıllar kalır. Giydiği süpürülmez, ütülenmez. Bir kat temiz elbisesi bulunmaz; arkasında ne varsa odur. Giydiği pek eskirse bir yenisini alır, giyer. Yalnız aldığı şeylerin iyisini almaya çalışır.
Üvey babasının temiz gezmemesi Faika’ya dokunuyor. Onun zoru, yalvarmasıyla Ayaşlının son zamanlarda biraz giyinişi, yaşayışı değişiyor. Bir gün boynunda bir ipekli mendil gördüm. Bir gün de Faika yeni bir kat elbisesini Halide’ye ütületti.
Hasan Bey’le Ayaşlının boylarında, soylarında, birbirine benzeyen yerleri olduğu gibi yetişip büyümelerinden, huylarında da bir benzerlikleri vardır. Bunların ikisi de köy beylerinin çocuklarıydılar. Köyde doğmuş, bey olarak büyümüşlerdi. Eğer zaman yaşatmak isteseydi, bunların ikisi de birer derebeyi olacaklardı. Hayat bu yolları kapadığından Hasan