Стефан Цвейг

İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar


Скачать книгу

karşısında altın bir meyve gibi duruyor ancak onu ele geçiremiyordu: Bu eylem ve saldırı için en büyük engel, aynı ortasından derince kesilmiş bir dil balığı gibi şehri ikiye bölen ve apandisite benzeyen, Bizans’ı bir kale gibi koruyan Haliç Körfezi’ydi. Bu körfeze girebilmek pratikte mümkün değildi çünkü girişinde tarafsızlık sözü verdiği Ceneviz kenti Galata vardı ve oradan düşmanın şehrine kadar demir zincir gerilmişti. Bu yüzden donanmasının cepheden saldırarak Haliç’e girmesi mümkün değildi ancak içeriden, Ceneviz topraklarının bittiği yerden girerek Hristiyan filosu ele geçirilebilirdi. Ancak bu iç körfeze girebilmek için gerekli olan donanmayı nereden bulacaktı? Yeni bir donanma yaptırabilirdi, evet. Ancak bu aylar boyu sürerdi ve bu sabırsız insan, o kadar uzun bir süre daha beklemek istemiyordu.

      Mehmet o anda dâhiyane bir plan yapar; dışarıdaki denizde hiçbir işe yaramayan donanmasını dil şeklindeki kara uzantısından geçirerek iç denize, Haliç içindeki limana nakletmeye karar verir. Bu yüzlerce gemi ile dağlık bir kara uzantısını geçmek gibi nefes kesici, çılgın fikir önceleri çok saçma, çok imkânsız göründüğünden Bizanslılar ve Galata’daki Cenevizliler aynı bir zamanlar Romalıların ve daha sonraları da Avusturyalıların, Hannibal’ın ve Napolyon’un Alpleri hızla geçebileceklerini tahmin etmedikleri gibi bu fikri savunma açısından stratejik hesaplarına dâhil etmiyorlar. Bütün dünyevi tecrübelere göre gemiler sadece suda gidebilir, hiçbir zaman bir donanma bir dağı aşamaz. Ancak tam da bu, her zaman çok büyük bir iradenin gerçek göstergesidir; mümkün olmayanı mümkün kılan, savaş sırasında savaş kurallarıyla alay eden, gerekli durumlarda denenmiş savaş yöntemlerinin yerine kendi yöntemlerini uygulayan askerî bir deha böyle eylemlerde fark edilir.

      Müthiş, tarih kitaplarında benzeri olmayan bir faaliyet başlar. Mehmet gizlice, çok sayıda yuvarlak ağaç gövdeleri getirtir ve işçilere üzerlerine denizden çıkarılacak gemilerin yerleştirileceği, tersanelerdeki kuru havuzlarda kullanılan kızaklara benzeyen ve hareket edebilen kızaklar yaptırtır. Aynı anda binlerce maden işçisi de Pera (şimdiki Beyoğlu) Tepesi’ne önce çıkan sonra tekrar aşağıya inen dar patikayı nakliye için mümkün olduğunca düzeltmeye çalışmaktadır. Ancak bu kadar çok işçinin birdenbire birikmesini düşmandan gizlemek için Sultan, her gün ve her gece tarafsız şehir Galata üzerinden, aslında anlamsız olan ve sadece dikkat dağıtmayı, gemilerinin bir denizden öteki denize yapacağı dağ-ova seyrini düşmandan saklamayı amaçlayan korkunç atışlar yaptırır. Düşmanlar saldırının sadece karadan yapılacağını varsaymakla meşgulken, sayısız yuvarlak tahta rulo iyice yağlanarak harekete geçer ve kızaklara bağlanmış çok sayıdaki mandanın çektiği, denizcilerin arkalarından iterek yardım ettiği bu dev gibi büyük silindirlerin üzerine yerleştirilen gemiler peş peşe dağın tepesine doğru yola koyulur. Gece her tür görüşü kapatmasa da bu mucize yürüyüş başlar. Bütün büyük, önceden düşünülmüş zekice olaylarda olduğu gibi bu mucizeler mucizesi de gerçekleşir: Büyük bir donanma dağları aşar.

      Tüm büyük askerî hareketlerde en önemli olan şey sürpriz anlardır. Ve burada Mehmet’in üstün zekâsı kendini ispatlamıştır. Hiç kimse onun yapabileceklerini tahmin etmemişti. “Sakalımın bir teli bile benim düşüncelerimi bilecek olsa onu koparırdım.” demişti bir keresinde, bu dâhi kurnaz kendisinden bahsederken ve topları şehrin surlarında gösterişli bir biçimde patlarken, verdiği emir mükemmel bir biçimde uygulanmıştır. Tek bir gecede, 22 Nisan gecesinde yetmiş gemi, dağı ve vadiyi aşarak; üzüm bağlarından, tarlalardan, ormanlardan geçerek bir denizden diğer denize nakledilmiştir.

      Bizans vatandaşları ertesi sabah uyandıklarında rüya gördüklerini zannederler: Hayaletler tarafından taşınmış gibi bir düşman donanması, içi asker dolu, sallanan bayraklarıyla, yelkenlerini açmış, yaklaşılamaz zannettikleri körfezlerinde duruyordur. Hâlâ gözlerini ovuşturuyor ve bu mucizenin nasıl olduğunu anlayamıyorlardı ancak o zamana kadar Haliç’in koruduğu yan surların altında şimdi borazanlar, ziller ve davullar neşeyle çalmaktaydı; Galata’daki o küçük tarafsız bölge dışında Hristiyan donanmasının sıkışıp kaldığı bütün Haliç, bu eşsiz darbe sayesinde, Sultan’a ve ordusuna aitti. Artık Sultan, hiçbir engelle karşılaşmadan birliklerini dubalı köprüsünden geçirip daha zayıf surların yanına götürebilecektir; şehrin en zayıf kanadı tehdit altındadır ve zaten sayıları yetersiz olan savunmacılar daha da azalacaktır. Demir pençe; düşmanının boğazını daha sıkı, çok daha sıkı sıkmaktadır.

      Avrupa, İmdat!

      Kuşatılmışlar artık kendilerini kandırmıyorlardı. Şimdi artık parçalanmış kanattan da sıkıştırıldıktan sonra, acilen yardım gelmezse bu delik deşik surların arkasındaki sekiz bin kişinin, yüz elli bin kişiye karşı uzun süre direnemeyeceğini biliyorlardı. Venedik Lordu gemi göndereceğine dair söz vermemiş miydi? Batı dünyasının en güzel kilisesi olan Ayasofya, inançsızların camisi olma tehlikesiyle karşı karşıyayken, Papa kayıtsız kalabilir miydi? Dinî kavgalara tutuşmuş, yüzlerce küçük kıskançlık duygusuyla parçalanmış olan Avrupa, Batı dünyasının ve kültürünün tehlike altında olduğunu hâlâ anlamıyor muydu? Belki -kuşatılmışlar kendilerini böyle teselli ediyorlardı- yardım filosu çoktan hazırdı, sadece durumu bilmedikleri için yelkenleri açmaya tereddüt ediyorlardı ve bu ölümle sonuçlanabilecek gecikmenin büyük sorumluluğunu hatırlatarak onları kendilerine getirebilirlerdi.

      Ama Venedik donanması nasıl haberdar edilecekti? Marmara Denizi, Türk gemileriyle doluydu. Bütün donanmayla birlikte aralarından geçmek mahvolmalarına sebep olurdu ve tek bir adamın bile büyük önem taşıdığı savunmalarında, birkaç yüz asker yok olabilirdi. Bu yüzden çok az mürettebatlı, çok ufak bir gemiyle kumar oynamaya karar verirler. Tamamı on iki adamdan oluşan mürettebat -insanlık tarihinde adalet olsaydı Argo8 isimli gemiyle meşhur olanlar gibi onların da isimlerini bilmemiz gerekirdi, oysa hiçbirinin ismini bilmiyoruz- bu sefere kahramanca cesaret eder. Bu küçük yelkenlinin direğine düşman bayrağı çekilir. On iki adam dikkat çekmemek için Türkler gibi başlarına sarık ve fes takar. 3 Mayıs’ta, gece yarısı limandaki koruma zinciri sessizce gevşetilir ve cesur adamlar karanlıktan yararlanarak hafif kürek sesleriyle dışarı çıkar. Böylece bir mucize olur ve küçücük gemi hiç kimse görmeden Çanakkale Boğazı’nı geçip Ege Denizi’ne geçer. Düşmanları uyuşturan şey her zaman bunun gibi fazla cesarettir. Mehmet her şeyi düşünmüş, sadece bu akla hayale sığmayan, on iki askerin tek bir gemiyle kendi donanmasının arasından geçerek böyle bir Argonot Seferi’ne başlamaya cesaret edebileceği aklına gelmemişti.

      Ancak trajik bir hayal kırıklığı: Ege Denizi’nde tek bir yelkenli bile yoktu. Harekete geçmeye hazır hiçbir donanma da yoktu. Venedik ve Papa, hepsi Bizans’ı unutmuş, hepsi onları ihmal etmiş, küçük kilise politikalarıyla uğraşırken şeref sözlerini ve yeminlerini hatırlamaz olmuşlardı. Bu tür trajik anlar, insanlık tarihinde sık sık tekrarlanmıştır. Avrupa kültürünün korunması için bütün güçlerin bir araya gelmesinin gerekli olduğu durumlarda, kısa süreliğine olsa bile prensler ve hükûmetler, aralarındaki küçük dinî rekabeti unutmak istememişlerdir. Ceneviz için Venedik’i, Venedik için de Ceneviz’i arka plana itmek, birkaç saatliğine birleşerek ortak düşmanla savaşmaktan çok daha önemliydi. Deniz bomboştu. Cesur adamlar, ceviz kabuğu gibi küçük gemileriyle çaresizce bir adadan ötekine kürek çekiyorlardı. Ancak tüm limanlar çoktan düşman tarafından tutulmuştu ve hiçbir dost gemisi bu savaş bölgesine girmeye cesaret edemiyordu.

      Şimdi ne yapmalı? Bu on iki adamın birkaçı haklı olarak ümitsizdi. Neden aynı tehlikeli yolu bir daha geçmeli, neden Bizans’a geri dönmeliydiler? Umut da götüremiyorlardı. Belki bu arada şehir de düşmüştü, geri döndüklerinde her koşulda kendilerini bekleyen ya hapis ya da ölümdü. Ancak -tarihte