maceraperest, zamanı aşacak bu görevinin anlamını harika İspanyol coşkusuyla tamamen anladığını gösteriyor.
Balboa’nın muhteşem tavrı: O akşam, katliamdan hemen sonra yerlilerden biri ona, yakındaki bir tepeyi işaret ederek, o yükseklikten denizin, bilinmeyen deniz Mar del Sur’un görülebileceğini söylüyor. Balboa, hemen talimatlarını veriyor. Yaralılar ile yorgunları yağmaladıkları köyde bırakıyor ve hâlâ yürüyebilecek olanlara -Darien’den beraber yola çıktıklarında sayıları yüz doksan olan adamdan şimdi sadece altmış yedi kişi kalmıştı- o dağa tırmanmalarını emrediyor. Sabah saat ona doğru, tepeye yaklaşıyorlar. Aşmaları gereken sadece küçük ve çıplak bir tepe daha vardı, sonra bakış mesafeleri sonsuzluğa kadar uzayacaktı.
O anda Balboa, ekibe orada kalmasını emrediyor çünkü bu bilinmeyen okyanusa ilk defa bakma anını kimseyle paylaşmak istemiyor. Dünyamızın en büyük okyanusu olan Atlantik Okyanusu’nu geçtikten sonra şimdi diğerini, henüz bilinmeyen Pasifik Okyanusu’nu gören ilk İspanyol, ilk Avrupalı ve ilk Hristiyan olmak, ebediyen öyle kalmak istiyor. Kalbi hızla atarken o anın önemini çok derinden hissederek yavaş yavaş yukarıya doğru çıkmaya başlıyor; sol elinde bayrak, sağ elinde kılıç, müthiş ve yalnız bir siluet. Yavaş yavaş çıkıyor, hiç acele etmeden çünkü gerçek emeline ulaşmıştır. Sadece birkaç adım daha, az kaldı, daha az kaldı ve gerçekten tepeye ulaştığında önüne müthiş bir görüntü çıkıyor. Sarp meyille inen dağların, ormanlık ve yeşil alçalan tepelerin arkasında metal gibi ışıldayan sonsuz, müthiş büyüklükteki bir tepsi gibi deniz; bu yeni, bu bilinmeyen, bu şimdiye kadar sadece hayal edilen ve hiç görülmemiş olan, efsanevi, yıllardan beri Kolomb’un ve arkasından gidenlerin hepsinin boş yere aradıkları, dalgaları Amerika’ya, Hindistan’a ve Çin’e kadar giden deniz. Ve Núñez de Balboa, içinde bu denizin sonsuz maviliğinin yansıdığı gözünün ilk Avrupalı göz olduğunun bilinciyle, gurur ve mutlulukla bakıyor, bakıyor, bakıyor.
Vasco Núñez de Balboa; uzun uzun, kendinden geçerek bakıyor uzaklara. Ancak sonra mutluluğunu ve gururunu paylaşmak için arkadaşlarını çağırıyor. Huzursuz, heyecanlı, soluk soluğa ve bağırarak tepeye tırmanıyor, koşuyor, hayretler içinde bakakalıyor ve coşkulu bakışlarla denizi işaret ediyorlar. Birdenbire onlara eşlik eden Rahip Andres de Vara, Te Deum Laudamus6 ilahisini söylemeye başlıyor ve hemen gürültüler, bağırmalar kesiliyor; bütün askerlerin, maceraperestlerin, eşkıyaların sert ve kaba sesleri bu kutsal ilahiyle birleşiyor. Yerliler, rahibin bir tek sözü üzerine bu adamların, tahtasının üzerine İspanya Kralı’nın adının baş harflerini kazıdıkları bir haç dikmek için bir ağacı nasıl devirdiklerini hayretler içinde seyrediyorlar. Ve sonra da bu haçın, sanki tahtadan iki koluyla Atlantik ile Pasifik Okyanusu’nu en görünmeyen uzaklıklarına kadar kucaklamak istiyormuş gibi oraya dikildiğini.
Núñez de Balboa, bu saygılı sessizliğin ortasında öne çıkıyor ve askerlerine bir konuşma yapıyor: Kendilerine bu onuru ve lütfu sunan yüce Tanrı’nın önünde şükranla eğilmekle ve ondan bu denizi, tüm bu ülkeleri fethedebilmek için yardım etmeye devam etmesini dilemekle doğru yaptıklarını söylüyor. Eğer onlar şimdiye kadar olduğu gibi onu sadakatle takip etmeye devam ederlerse bu yeni Hindistan’dan, İspanya’nın en zenginleri olarak geri döneceklerdir. Merasimle bu rüzgârların estiği bütün toprakları İspanya Krallığı adına ele geçirebilmek için bayrağını dört rüzgâr yönünde sallıyor. Sonra Kâtip Andres de Valderrabano’yu bu muhteşem anı ebedî kılacak bir belge düzenlenmesi için çağırıyor. Andres de Valderrabano, kapalı bir tahta kutuda sakladığı mürekkep hokkası ve tüy kalemi ile birlikte balta girmemiş ormanlardan buraya kadar taşıdığı bir parşömen rulosunu açıyor ve Güney Denizi’nin, Mar del Sur’un, bu toprakların valisi, kutsal ve saygıdeğer kaptan Núñez de Balboa tarafından keşfinde hazır bulunmuş olan bütün soyluları, şövalyeleri ve askerleri, “bu denizi ilk defa Bay Vasco Núñez’in gördüğünü ve kendisinden sonra gelenlere göstermiş olduğunu” onaylamaya çağırıyor.
Sonra bu altmış yedi insan tepeden aşağıya iniyor ve 25 Eylül 1513 tarihinde insanlık, yeryüzünde o zamana kadar bilinmeyen son okyanusu öğrenmiş oluyor.
Altınlar ve İnciler
Artık bilgi kesinleşmiştir. Hepsi denizi görmüştü. Artık aşağıya, sahile inip ıslak dalgaları hissetmeli, onlara dokunmalı, onları tatmalı ve kumsalındaki ganimetleri toplamalılardı! İniş iki gün sürüyor. Núñez de Balboa, dağlardan denize inen en kısa yolu tespit etmek için ekibini gruplara ayırıyor.
Bunlardan Alonzo Martin’in yönetimindeki üçüncü grup kumsala ilk olarak varıyor ve bu maceraperestlerin arasındaki en basit askerler bile şöhretin kendini beğenmişliğine, ölümsüzlük hevesine öyle kapılmışlar ki en sıradan adam olan Alonzo Martin bile hemen kâtibe, ilk defa kendisinin bu henüz isimsiz sularda elini ve ayağını ıslatan olduğunu yazılı olarak onaylattırıyor. Ancak küçük benliğine bir toz tanesi kadar ölümsüzlük kattıktan sonra Balboa’ya denize ulaştığını, dalgalarına kendi eliyle dokunduğunu bildiriyor. Balboa, hemen coşkuyla yeni bir olay yaratıyor. Ertesi gün yani Aziz Michael günü, sadece yirmi iki adamıyla birlikte görkemli bir törenle bu yeni denizi, kendi egemenlikleri altına almak üzere aynı Aziz Michael gibi silahlanmış olarak kumsala iniyor. Hemen denize doğru yürümüyor yüce efendileri ve hükümdarları gibi kibirle bir ağacın altında dinlenerek yükselen denizin dalgalarının ona doğru gelmesini ve uysal bir köpek gibi ayaklarını yalamasını bekliyor. Ancak ondan sonra ayağa kalkıyor, güneşte bir ayna gibi parıldayan kalkanını sırtına atıyor; bir eline kılıcını, diğer eline üzerinde Meryem Ana tasviri bulunan Kastilya bayrağını alıp denizin içine yürüyor. Ancak dalgalar kalçasına kadar çıktığında, bu yabancı, büyük denizi tamamen hissettiğinde, o ana kadar asi ve haydut olan Núñez de Balboa, artık kralın en sadık uşağı ve zafer kazanmış bir komutanı olarak sancağını her yöne doğru sallayıp yüksek sesle sesleniyor:
“Ulu ve güçlü İmparator Ferdinand ve Johanna von Kastilien, Leon ve Aragon adına ve İspanya kraliyet tacı lehine ben; gerçek ile maddi ve ebedî olarak bu denizlere, topraklara, kıyılara, limanlara ve adalara el koyuyorum ve herhangi bir prens ya da bir kaptan, Hristiyanlık ya da dinsiz herhangi bir inanca veya duruma dayanarak bu toprakların ve bu denizlerin üzerinde hak iddia edecek olursa, onların sahibi olan Kastilya Kralı adına şimdi ve her zaman, dünya döndükçe ve mahşer gününe kadar savunacağıma yemin ediyorum.”
Bütün İspanyollar bu yemini tekrarlarken kelimeleri dalgaların uğultulu gürültüsünü bir an için bastırıyor. Her biri dudaklarını deniz suyu ile ıslatıyor ve Kâtip Andres Valderrabano, bu toprakların kral adına sahiplenmesini tekrar kayda alıp belgesini şu sözlerle tamamlıyor: “Bu yirmi iki kişi ile Kâtip Andres de Valderrabano, bu Mar del Sur’a ayaklarını sokan ilk Hristiyanlardandır ve hepsi, bu denizin suyunun da öteki denizin suyu gibi tuzlu olup olmadığını anlamak için ellerini bu suya sokup ağızlarını ıslatmışlar. Ve bunun öyle olduğunu gördüklerinde Tanrı’ya şükretmişlerdir.”
Büyük eylem gerçekleşmiştir. Şimdi sıra artık bu cesur başarıdan bir de dünyevi çıkarlar sağlamaya gelmiştir. İspanyollar bazı yerlilerden, çalarak veya değiş tokuş yoluyla biraz altın ediniyorlar. Ancak bu zaferin ortasında onları yeni bir sürpriz beklemektedir. Çünkü yerliler avuç avuç yakınlardaki adalarda bolca bulunan ve aralarında, Cervantes ve Lope de Vega’nın şarkılar düzdüğü, ismi “Pellegrina” olan, İspanyol ve İngiliz krallarının taçlarını süsleyen, dünyanın en güzel ve paha biçilmez incilerinden getiriyorlar. İspanyollar bütün ceplerini, bütün torbalarını burada değeri istiridye ve kum tanecikleri kadar olan bu değerli şeylerle dolduruyorlar ve açgözlülüklerinden kendileri için yeryüzünde en