Стефан Цвейг

İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar


Скачать книгу

gelen ilk gemi kötü haberler getiriyor. Her şeyini çaldığı Enciso’nun saraya edeceği şikâyetlerin etkisini azaltmak için o günlerde İspanya’ya göndermiş olduğu isyan yardımcılarından birisi durumun onun için tehlikeli olduğunu, hatta hayati tehlike taşıdığını bildiriyor. Kandırılmış “lisanslı” Enciso, gücünü kullanarak şikâyetini İspanyol mahkemesine taşımış ve Balboa’yı kendisine tazminat ödemeye mahkûm ettirmiştir. Buna karşılık, kendisini kurtaracak yakın Güney Denizi’nin yeri hakkındaki haber ise henüz gelmemiştir; kesin olan ise yaptıklarından dolayı Balboa’dan hesap sormak ve hemen orada kararını vermek veya onu zincirleyip İspanya’ya geri götürmek üzere, bir hukuk adamının bir sonraki gemiyle geleceğiydi.

      Vasco Núñez de Balboa, mahvolduğunu anlıyor. Yakındaki Güney Denizi ve altın kıyısıyla ilgili haber yerine varmadan hüküm giymişti. Tabii ki kafası kumlarda yuvarlanırken onlar bundan yararlanacaklardı. Herhangi biri onun emelini, rüyalarında gördüğü girişimini tamamlayacaktı; kendisinin artık İspanya’dan ümit edecek bir şeyi kalmamıştı. Kralın resmen atadığı valiyi ölüme sürüklediğini, belediye başkanını kendi elleriyle makamından uzaklaştırdığını biliyorlardı. Sadece hapis cezası verilir de suçlarının cezası olarak başını kesmeleri için masaya yatırılmak zorunda kalmazsa kendisini ucuz kurtulmuş sayacaktı. Güçlü dostlardan yardım da alamaz çünkü artık kendisi de güçlü değildir ve en iyi yardımcısı olabilecek olan altının da bağışlanmasını sağlayacak kadar sesi çıkmamaktadır. Şimdi sadece bir şey cüretkârlığının cezasından onu kurtarabilir: Daha büyük bir cüretkârlık. Eğer hukuk adamları gelip, yardımcıları da onu yakalayıp bağlamadan önce diğer denizi ve yeni Altın Ülkesi’ni keşfedebilirse kendisini kurtarabilir. Meskûn dünyanın sonundaki bu yerde kaçabileceği sadece bir tek şey mümkündür onun için: Muhteşem bir eylem, ölümsüzlüğe kaçış.

      Böylece Núñez de Balboa, bilinmeyen okyanusun keşfi için İspanya’dan istediği bin kişinin, bir o kadar da hukuk adamının gelmesini beklememeye karar verir. Kendisiyle aynı fikirde olan az sayıdaki adamla muazzam bir şeyi yapmaya cesaret etmek daha iyidir! Bağlı ellerle, rezil bir durumda giyotine sürüklenmektense, tüm zamanların en cesur maceralarından biri için onurla ölmek daha iyidir. Núñez de Balboa bütün koloniyi topluyor, zorluklarını saklamadan geçitten geçme niyetini onlara anlatıyor ve kimin kendisini takip etmek istediğini soruyor. Onun bu cesareti diğerlerini de cesaretlendiriyor. Yüz doksan asker, neredeyse kolonideki askerliğe elverişlilerin hepsi hazır olduklarını söylüyorlar. Donanım için fazla bir şey alınması gerekmiyor çünkü bu insanlar zaten sürekli savaşta yaşıyorlar. Ve 1 Eylül 1513’te, darağacından ya da zindandan kurtulmak isteyen Núñez de Balboa; bu kahraman ve eşkıya, maceraperest ve asi adam ölümsüzlüğe giden yürüyüşüne başlıyor.

      Ölümsüz An

      Panama Kıstağı’nı5 geçmeye, Balboa’nın hayat arkadaşı olan, kabile reisinin kızı Careta’nın küçük ülkesi Coyba bölgesinden başlıyorlar; daha sonra anlaşıldığı gibi Núñez de Balboa en dar yeri seçmemiş ve bilgisizliği yüzünden bu tehlikeli geçişi birkaç gün uzatmıştı.

      Ancak onun için en önemlisi bilinmeyen bir yere doğru yapılan cüretkâr bir baskının ikmali ve geri çekilme olasılığı için dost bir yerli kabilesinin yardımıydı. On büyük kanoya binen, kargılar, kılıçlar ve yayları ile silahlanmış yüz doksan askerden oluşan ekip, yanlarında büyük bir sürü hâlindeki korkunç av köpekleri ile birlikte Darien’den Coyba’ya geçiyor. Müttefik kabile reisi, yüklerini taşımaları için yerlileri ve yol göstermesi için bir rehber veriyor ve hemen 6 Eylül’de, en cüretkâr ve deneyimli maceraperestlerin bile irade güçlerini oldukça zorlayan kıstak üzerindeki o meşhur yürüyüş başlıyor. İspanyollar önce, yüzyıllar sonra Panama Kanalı’nın inşaatı sırasında bile binlerce kişinin öldüğü bu bataklıklar ve ateşli hastalıklara yol açan mikroplarla dolu çukurlarda, Ekvator’un insanı gevşeten şiddetli sıcağında yol almak zorunda kalıyorlar. İlk andan itibaren, bu daha önce hiç girilmemiş zehirli sarmaşıklarla dolu ormandaki bilinmeyene giden yolun, balta ve kılıçlarla temizlenmesi gerekiyor.

      Ekibin önde gidenleri, yeşil renkli dev bir maden ocağındaymış gibi sık orman ve çalılıklarda, peşlerinden gelenlerin arka arkaya tek sıra hâlinde dizilerek geçmesi için bir geçit açıyor. Bu İspanyol askerlerinden oluşan ordu, yerlilerin ani baskınlarına karşı koyabilmek için gece gündüz, her an elleri silahlarında, tüm duyuları dikkatli ve gergin yol alıyor. Güneşin hiç acımadan yaktığı nemli, dev ağaçların arasında oluşan bunaltıcı ve rutubetli karanlıkta insan boğulacak gibi oluyor. Her yerleri ter içinde kalmış, dudakları susuzluktan kurumuş, ağır silahlar taşıyan bu insanlar adım adım yol alıyor; sonra birden çıkan kasırga ile yağmurlar boşanıyor, ufak dereler bir anda sürükleyen nehirlere dönüşüyor ve bunları aşmak için ya sularından yürüyerek ya da yerlilerin ağaç kabuklarından alelacele yaptıkları uyduruk asma köprülerin üzerinden geçmek gerekiyor.

      İspanyolların yanında yiyecek olarak bir avuç dolusu mısırdan başka bir şey yok; uykusuz, aç, susuz, etrafları on binlerce sokan ve kan emen böceklerle çevrilmiş olarak, dikenlerden parçalanmış giysileriyle, yara olmuş ayaklarıyla, gözleri kıpkırmızı, yanakları sivrisineklerin sokması yüzünden şişmiş bir hâlde, gündüzleri dinlenmeden, geceleri uyumadan ilerlemeye çalışıyor ve kısa zamanda bitkin düşüyorlar. Yürüyüşün daha ilk haftasının sonunda ekibin büyük bir kısmı artık bu zorluklara dayanamıyor ve asıl tehlikelerin, kendilerini bundan sonra beklediğini bilen Núñez de Balboa, bütün ateşli hastaların ve bitkinlerin geride kalmalarını emrediyor. Bu riskli maceraya sadece ekibin en seçkinleriyle atılmak istiyor.

      Arazi nihayet yükselmeye başlıyor. Sadece alçak yerlerdeki bataklıklarda, tüm tropik zenginliğini yayabilen vahşi ormanlar seyreliyor. Ama artık ağaç gölgeleri onları korumadığı için kızgın Ekvator güneşi dimdik, ağır silahlarına vuruyor. Yorgun düşmüş bu insanlar, yavaş yavaş ve sadece kısa mesafelerle iki denizi birbirinden ayıran, taştan oluşmuş bir omurga gibi duran dar bölgeden o sıradağlara adım adım tırmanmaya çalışıyor. Yavaş yavaş görüş alanı açılmaya başlıyor, hava serinliyor. On sekiz gün süren kahramanca mücadeleden sonra zorlukların en zoru aşılmış gibi duruyor; Kızılderili kılavuzun söylediğine göre şimdi tam önlerinde, tepesinden her iki okyanusun da -Atlantik Okyanusu ile o zaman henüz bilinmeyen ve adı verilmemiş olan Pasifik Okyanusu’nun da- görülebildiği o dağların sırtları yükseliyor. Ancak doğanın sert ve kötü direnişi nihayet pes ettiğinde karşılarına yeni bir düşman çıkıyor. O bölgenin kabile reisi, yüzlerce savaşçısı ile yabancıların topraklarından geçişini engellemek istiyor. Núñez de Balboa artık Kızılderililerle savaşmakta oldukça tecrübelidir. Tek bir silahın ateşlenmesi yetiyor ve orada da bu suni şimşek çakması ve gök gürlemesi sesleri, sihirli gücünü yerliler üzerinde gösteriyor. Bundan korkan yerliler bağrışarak kaçarken arkalarından da İspanyollar ve av köpekleri kovalıyor. Ama Balboa bu kolay kazanılmış zafere sevineceğine, bütün İspanyol askerleri gibi adi ve gaddarca davranarak; savunmasız ve bağlanmış esirleri -boğa güreşi ve gladyatör oyunlarındaki gibi- canlı canlı aç av köpeklerinin bulunduğu alana attırıp parçalattırarak bu başarısını lekeliyor. Ölümsüzlük gününden önceki gece yapılan bu olumsuz katliam, Núñez de Balboa’nın adını kirletiyor.

      İspanyol askerlerinin karakter ve davranışlarındaki bu durum, garip ve anlaşılamaz bir karışımdı. Hristiyanların arasında hiç olmadığı kadar inançlı ve dindar olan bu insanlar, bir taraftan en içten duygularla Tanrı’ya sesleniyor ve aynı zamanda da onun adına tarihteki en iğrenç canavarlıkları gerçekleştiriyorlardı. Cesaret gerektiren en harika ve kahramanca