savaşa hazırlanırken tamamen hazır olmadan önce sürekli barıştan bahsederler. Mehmet de tahta çıktığında İmparator Konstantin’in gönderdiği temsilcilerini en nazik ve rahatlatıcı sözlerle kabul eder; alenen ve törenle Tanrı’nın, onun peygamberinin, meleklerin ve Kur’an’ın üstüne yemin ederek Basileus ile yaptığı antlaşmalara sadık kalacağını söyler.
Ancak diğer taraftan da Macaristan ve Sırbistan’la üç yıllık bir tarafsızlık antlaşması yapar; şehri rahatça ele geçirmek adına kendisine gerekli olan üç yıl için. Ancak sonra Mehmet, yeterince barış sözü verdikten ve barış yemini ettikten sonra, antlaşmayı bozarak savaşı başlatır.
O zamana kadar İstanbul Boğazı’nın sadece Asya Yakası Türklere aitti ve böylece Bizans gemileri hiçbir engelle karşılaşmadan boğazdan Karadeniz’e geçip hububat ambarlarına gidebiliyorlardı. Mehmet, geçerli bir sebep göstermeye bile gerek görmeden bir zamanlar Pers seferleri sırasında cesur Kral Xerxes’in boğazı geçtiği yere, Avrupa kıyısındaki Rumelihisarı’nın olduğu, Boğaz’ın bu en dar yerine, bir kale yapılmasını emrederek bu geçidi kapatır. Bir gecede binlerce ve on binlerce toprak işçisi, antlaşmalara göre yerleşilmemesi gereken Avrupa kıyısına yerleştirilir (Ancak zorla yapılan anlaşmalar neye yarar?) ve bu insanlar geçinebilmek için çevredeki tarlaları yağmalar, gözetleme kalesinin inşaatına taş sağlamak amacıyla sadece evleri değil, eski meşhur St. Michael Kilisesi’ni de yıkarlar. Sultan, gece gündüz hiç dinlenmeden hisarın yapımını bizzat yönetir ve Bizans, hukuka ve antlaşmalara aykırı olarak Karadeniz’e çıkış özgürlüğünün yok edilişini baygınlıklar geçirerek seyretmek zorunda kalır.
O zamana kadar serbest olan denizi geçmek isteyen gemiler barış anlaşmasına rağmen topa tutulur ve bu başarıyla sonuçlanan ilk güç gösterisinden sonra Mehmet’in artık başka yalanlar söylemesine gerek kalmaz. 1452 Ağustos’unda Mehmet, bütün ağalarını ve paşalarını çağırır; onlara açık açık amacının Bizans’a saldırıp ele geçirmek olduğunu anlatır. Korkunç kararın duyurusu hemen yapılır; bütün Osmanlı İmparatorluğu’na eli silah tutan herkesin cepheye çağrıldığını bildiren haberciler gönderilir ve 5 Nisan 1453’te aniden oluşan bir sel gibi, Bizans’ın önündeki düzlükten neredeyse şehrin surlarına kadar büyük bir Osmanlı ordusu belirir.
Sultan ihtişamlı kıyafetleriyle askerlerinin başında, çadırını Lyka Kapısı’nın önüne kurmak için atını sürer. Ancak ana karargâhının önünde sancağını dalgalandırmadan önce seccadesini yere açmalarını emreder. Çıplak ayaklarıyla, yüzünü Mekke’ye dönüp üç defa alnı yere değene kadar eğilir ve arkasında -harika bir gösteri-on binlerce insan ve bir o kadar da ordusunun askeri aynı şekilde, aynı yöne doğru hareket edip kendilerine güç ve zafer vermesi için Allah’a aynı duayı söyler. Sultan ancak bundan sonra ayağa kalkar. Alçak gönüllü hâlinden yeniden meydan okuyan tavrına, Allah’ın kulu olmaktan komutan ve asker olmaya döner ve o anda “tellalları” davul ve zurna sesleriyle bütün karargâhı dolaşıp duyurur: “Şehrin kuşatılması başlıyor.”
Surlar ve Toplar
Bizans’ın artık tek bir gücü ve kuvveti vardır: Surlar. Bu büyük imparatorluğun geçmişte bütün dünyaya yayılan mutluluğundan miras olarak sadece bu surlar kalmıştır. Şehrin üçgeni üç katlı bir zırh tabakası ile çevrelenmiştir. Alçak ama sağlam taşlardan yapılmış ve hâlâ dayanıklı surlar, şehrin Marmara Denizi’ne ve Haliç’e karşı olan iki kanadını korumaktadır; buna karşı dev bir göğüs siperi olarak Theodosius Surları da şehri açık araziye karşı korur. Konstantin daha önceden olabilecek tehlikelere karşı Bizans’ı zamanında surlarla kuşatmış, Justinianus da bu surların yapımına ve sağlamlaştırmasına devam etmişti ancak ilk olarak yedi kilometrelik uzunluğu olan kaleyi -bugün hâlâ sarmaşıkların kapladığı kalıntıların ispatladığı gibi- asıl sağlamlaştırma işi, Theodosius’un eseridir. Mazgallar ve burçlarla süslenmiş, hendeklerle ve kocaman dikdörtgen kulelerle korunan, çift veya üç paralel sıra olarak inşa edilmiş ve binlerce yıl boyunca gelmiş geçmiş bütün imparatorlar tarafından sürekli eklemeler yapılmış ve yenilenmiş bu surlar, o zamanlar zapt edilemezliğin mükemmel bir sembolüydü.
Bir zamanlar barbarların azgın saldırılarına ve Türklerin savaş birliklerine karşı başarıyla göğüs germiş bu dikdörtgen taşlar şimdi de o zamana kadar bulunmuş tüm savaş silahlarına karşı alay eder gibiydi; koçbaşları kendileri parçalanana kadar vurmakta hatta diğer tüm aletler ve havan topları bile bu surlar karşısında etkisiz kalmaktaydı. Avrupa’nın hiçbir şehri, bu Theodosius Surları sayesinde İstanbul’un korunduğundan daha iyi ve sıkı korunmuyordu.
Mehmet, bu surları ve sağlamlıklarını herhangi birinden daha iyi biliyordu. Geceleri uyumadığı ve rüyalarında, aylardan ve yıllardan beri düşündüğü tek şey vardı: Bu ele geçirilemeyenleri nasıl ele geçirebileceği, bu yıkılamayanları nasıl yıkacağı. Masasının üzerinde surları, çatlaklarını, ölçülerini gösteren çizimler yığılmaktaydı, surların önündeki ve arkasındaki her kabartıyı, her çukurluğu, her su yolunu bilmekte ve mühendisleri ile birlikte her bir ayrıntıyı gözden geçirmekteydi. Sadece hayal kırıklığı: Her şeyi hesapladıktan sonra, o zamana kadar kullanılan silahlarla Theodosius Surları’nın yıkılamayacağını anlamışlardı.
Öyleyse daha güçlü toplar yapılmalıydı! O zamana kadar savaş sanatında bilinenlerden daha uzunları, daha uzağa ulaşanları, daha güçlü ateş edenleri! Şimdiye kadar kullanılanlara göre daha sert taşlardan, daha ağır, daha parçalayıcı, daha yıkıcı güllelere ihtiyaç vardı. Bu aşılamayan surlara karşı yeni bir top keşfedilmeliydi, başka bir çözüm yoktu ve Mehmet, her ne pahasına olursa olsun bu yeni saldırı aracını bulmakta kararlıydı.
Her ne pahasına olursa olsun… Bu tür bir ifade her zaman kendiliğinden yaratıcı ve teşvik edici bir güç uyandırır. Savaş ilanından az sonra Sultan’ın huzuruna, dünyadaki en yaratıcı ve en tecrübeli top dökümcüsü olarak bilinen bir adam gelir. Urbas7 ya da Orbas adında bir Macar. Aslında bir Hristiyan’dır ve hemen öncesinde becerisini İmparator Konstantin’e teklif etmiştir ancak Mehmet’ten daha yüksek bir ücret almak ve sanatı için daha cesur projeler yapabilmek beklentisiyle, istediği her türlü malzeme kendisine sağlandığı takdirde, dünyada şimdiye kadar hiç görülmemiş büyüklükte bir top dökmeye hazır olduğunu bildirir. Tek bir amaç uğruna yanıp tutuşan her insan gibi Sultan için de hiçbir ücret fazla değildir, adama hemen istediği kadar işçi verir ve Edirne’ye binlerce arabayla demir cevheri taşınır; adam pek çok zorlukla karşılaşarak ve gizli sertleşme yöntemleriyle üç ay sonra kızgın maddeyi dökeceği kalıbın kilden örneğini hazırlar. İş başarılmıştır. Dünyanın o zamana kadar hiç görmediği dev boru, kalıptan çıkartılır ve soğumaya bırakılır ancak Mehmet, ilk deneme atışı ateşlenmeden önce hamile kadınları uyarmak için şehrin her yerine tellallarını gönderir. Müthiş bir gürültüyle ve sonra ağzında şimşekler çakarak patlayan topun namlusundan çıkan büyük taş gülle, bu tek deneme atışıyla hedef aldığı duvarı parçalayınca Mehmet hemen bu dev toptan çok miktarda üretilmesini emreder.
Yunan yazarların daha sonraları dehşetle “taş atma makinesi” diye adlandıracakları bu dev top, aslında başarılı bir biçimde yaratılmıştı. Ancak daha zor bir problem vardı: bu canavar, bu demir ejderha nasıl bütün Trakya’dan geçirilip Bizans surlarına kadar gidecekti? Benzersiz bir Odyssee destanı başladı: Zira bütün bir halk, bütün bir ordu, iki ay boyunca bu cansız, uzun boyunlu yaratığı sürükleyerek taşıdı. Önden her türlü saldırıdan korumak için atlılar gidiyor ve sürekli devriye geziyordu; arkalarından gece gündüz yüzlerce, belki de