Jean Valjean’ın pasaportuna işlenen “Çok tehlikeli bir adamdır.” yaftası; onun, içi kin ve kötülük dolu bir varlık olarak yeniden doğmasına neden olmuştu. Geçirdiği on dokuz yılın ardından içindeki iyilik duyguları tamamen kurumuştu. Kalp kuruduğunda insanın tüm duygularını belirgin hâle getiren gözler de kururdu. Hapishaneden ayrıldığında gözyaşı dökmeyeli on dokuz yıl olmuştu.
VIII
Dev Dalgalar ve Gölgeler
Denizde bir adam var!
Bunun ne önemi var ki? Geminin durmaya hiç niyeti yok. Rüzgâr esiyor. O kasvetli geminin takip etmek zorunda olduğu bir rotası var, gelip geçiyor.
Denize düşen adam kayboluyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor, dalıyor, tekrar yüzeye çıkıyor; boğulmamak için çabalarken bağırıyor, kollarını uzatıyor ama kimse onun sesini duymuyordu. Kasırga altında titreyen gemi tamamen kendi işine odaklanmış, yolculuğuna devam ediyordu. Yolcular, denizde boğulmak üzere olan adamı görmüyorlardı bile; zavallının kafası, engin denizin ortasında, korkunç dalgaların arasında bir su damlasından başka bir şey değildi. Derinlerden gelen çaresiz imdat çığlıkları kesiliyordu. Bu geçen gemi, bir hayal olabilir miydi? Çılgına dönmüş gözlerle gemiye bakıyordu. Gemi sanki geri çekiliyor, kararıyor, küçülüyordu. Şimdi denizin tam ortasındaydı, başı dönüp denize düşene kadar o da geminin yolcularından biriydi ve diğerleriyle birlikte o geminin güvertesindeydi. Tıpkı diğer yolcuların olduğu gibi o da aynı haklara sahip yaşayan bir adamdı. Peki, şimdi ne olmuştu? Kaymış, düşmüş ve her şey sona ermişti.
O muazzam denizin içindeydi. Ayaklarının altından kayıp gidecek bir toprak parçası dahi kalmamıştı. Rüzgârın parçalayıp savurduğu dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatmıştı, gücü giderek azalıyordu. Devasa dalgalar onu sürekli olarak yutmaya çalışıyordu. Ne zaman denizin derinliklerine batsa gecenin karanlık uçurumlarını görüyordu. Korkunç ve bilinmeyen bitkiler onu yakalıyor, ayaklarına dolanarak sanki onu kendilerine doğru çekiyordu. Artık denizin derin bir uçuruma dönüştüğünün, köpüklü dalgaların bir parçası olduğunun bilincindeydi. Dalgalar onu birinden alıp diğerine doğru fırlatırken acı dolu bir çabayla nefes almaya çalışıyordu. Korkunç okyanus onu boğmak için hiddetle saldırıyor, sanki amansız bir düşmana dönüşüyordu. Buna rağmen yine de mücadele etmeye devam ediyordu. Kendisini o azgın sulara karşı savunmaya çalışıyor, sürükleniyor, batıyor, çıkıyor ve her şeye rağmen yüzmeye çalışıyordu. Çok korkuyordu ancak bu engin denize karşı kim tek başına savaşabilirdi ki?
Peki ama gemi neredeydi? Çok uzaklarda, ufkun soluk gölgelerinde zar zor görünüyordu.
Rüzgâr bütün şiddetiyle esmeye devam ediyor ve köpüklü dalgalar bütün takatini bedeninden çekip alıyordu. Gözlerini yukarıya doğru kaldırdığında görebildiği yalnızca kopkoyu bir karanlık oluyordu. Ölüm sancılarının ortasında, denizin muazzam çılgınlığına tanık oluyordu. Deniz sanki kudurmuş bir canavarı andırıyordu; dünyanın sınırlarının ötesinden geliyormuş gibi garip sesler duyuyor, kulakları uğulduyor ve nasıl korkunç bir bilinmezliğe doğru ilerlediğinin bilincine varıyordu.
Gökyüzünde süzülen kuşları görebiliyordu. Sanki tüm dertlerinden kurtulmuş melekler gibi uçuyorlardı. Kuşlardan ona nasıl bir zarar gelebilirdi ki? Onlar sadece uçar, ölenlerin ardından leşleri parçalamak için aşağılara inerlerdi.
O iki sonsuzluğun içinde, okyanusun ve gökyüzünün arasına aynı anda gömüldüğünü hissediyordu; biri onun mezarı, diğeri ise kefeni olacaktı.
Gece çökmüştü, saatlerdir yüzüyordu ve gücü artık tükenmek üzereydi. İçinde insanların dolu olduğu o gemi gözden kaybolalı çok uzun zaman olmuştu, bu korkunç alaca karanlığın içerisinde yapayalnız kalmıştı. Batıyor, çıkıyor, sertleşen ve kramplar giren bedenini suyun üzerinde tutmaya çalışıyor; korkunç dalgaların altında onu bekleyen karanlığın giderek yaklaştığını hissediyordu.
Artık etrafında insanlar yoktu. Peki ama Tanrı neredeydi?
Bağırıyordu: “İmdat! İmdat!”
Hâlâ çaresizlikle bağırmaya devam ediyordu.
Ne gökyüzünde ne engin denizde, hiçbir şey yoktu.
Sonsuz deniz, korkunç dalgalar, yosunlar, kaya parçaları, sanki etrafındaki tüm dünya onun sesine karşı sağır olmuştu. Bitmesi için fırtınaya yalvarıyordu ancak Tanrı’nın belirlediği sarsılmaz fırtına yalnızca sonsuz olana itaat ederdi.
Karanlık, sis, o büyük yalnızlık, fırtınalı ve anlamsız kargaşalı deniz, o vahşi suların belirsiz kıvrımları dört bir yanını sarmıştı. Korku ve yorgunluktan nefesi kesiliyordu. Merhametsiz ve duygusuz bir karanlık etrafını sarıyordu. Öldükten sonra cesedini o karanlık denizde hangi balıkların yiyeceğini düşünüyordu. Dipsiz soğuk sanki onu felç ediyordu. Elleri kasılıyor, kapanıyor ve sonra sanki hiçliği kavramaya çalışıyormuş gibi yukarı uzanıyordu. Rüzgâr, bulutlar, kasırga ve şu işe yaramaz yıldızlar! Ne işe yararlardı ki? Çaresiz adam artık pes ediyordu. O kadar yorulmuştu ki ona seslenen ölümün çağrısına kulak veriyor ve direnmiyordu. Kendisini ve tutunmaya çalıştığı hayatı bıraktı, sonra sonsuza dek yutulacağı karanlık suların derinliklerine inmeye başladı.
Ah, merhametsiz ve amansız, katı yürekli toplum! Ah, kaybedilen insanlar ve onlar gibi kaybolan ruhları! Kanunların akmasına izin verdiği her şeyin içine düştüğü okyanus! Yardım elinin uzanmamasının korkunçluğu! Ah, o ahlaki ölüm!
Ah, o korkunç ahlaki deniz; suçsuz, temiz ve masum kimseleri nasıl da amansız karanlıklarına çekiyorsun! Sefaletin enginliği olan deniz…
Ruh da tıpkı o denizin dibine yutulan insan gibi bir cesede dönüşüyor. Peki, kaybolan bu ahlak ve adaleti kim yeniden canlandıracak?
IX
Yeni Sorunlar
Hapishaneden ayrılacağı sırada, “Artık özgürsün!” dediklerinde Jean Valjean, işittiği bu sözlerin imkânsız olduğunu düşünerek duyduklarına inanamadı. Sonra içini aydınlatan bir ışığın, yaşayanların gerçek ışığının bir anlığına kendisini sardığını hissederek heyecanlandı. Ancak içindeki bu umut ışığının sönmesi pek uzun sürmedi. Jean Valjean’ın gözleri özgürlük fikriyle kamaşmıştı. Yeni bir hayatın kapılarının açılacağına inanıyordu. Ancak eline tutuşturulan sarı pasaportun ne tür bir özgürlük sağladığını çok çabuk öğrendi.
Büyük bir acıyla kuşatıldı. Zindanlarda kaldığı süre boyunca kazancının sadece yüz yetmiş bir frank olduğu hesaplanmıştı. Yani hayatında yeni hiçbir şey olmayacağını çok hızlı kavramış; ona lütfedilen bu özgürlüğün de yamalı bir özgürlük olduğunu kısa sürede anlamıştı. On dokuz yıl boyunca, pazar günleri ve bayramlarda mecburen dinlenmesi gerektiğinden gelirinden yaklaşık seksen frank kesilmiş; hak ettiğinden çok daha az bir ödeme yapılmıştı kendisine. Tüm hesaplamalar yapılıp vergiler düştükten sonra alacağının yüz dokuz frank, on beş santim olduğu tespit edilmişti. Nasıl bir hesaplama yapıldığını anlayamayan Jean Valjean bir kez daha haksızlığa uğratılmış, kelimenin tam anlamıyla soyulmuştu diyebiliriz.
Özgürlüğünün ertesi günü, yürüyerek Grasse’a geldiğinde portakal çiçeği parfümü üreten bir fabrikanın önünden geçerken balyaları boşaltan bazı işçiler gördü. Çalışmak istediğini söyledi. Sıkıntılı bir iş olmasına rağmen onu işe aldılar. Hemen çalışmaya koyuldu. Zekiydi, sağlam yapılıydı, hünerliydi, elinden gelenin en iyisini yapıyordu; ustası ondan gayet memnundu. Tam bu sırada oralardan