Виктор Мари Гюго

Sefiller I. Cilt


Скачать книгу

muhtemelen bütün serveti olan birkaç bozuk parayla oynuyordu. Bu paranın arasında bir de kırk sent olduğunu fark etti.

      Jean Valjean’ın orada olduğunun farkında olmayan çocuk, çalılıkların yanında durdu ve o zamana kadar büyük bir hünerle avucunun içinde oynadığı bir avuç dolusu bozuk parayı havaya fırlattı. Bu sefer bozuk paraların arasından kırk sent elinden düşerek Jean Valjean’a ulaşana kadar çalılıklara doğru yuvarlandı.

      Jean Valjean hemen ayağını o paranın üzerine koydu. Bu sırada kaybettiği parasını arayan çocuk, onu fark etti. Hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden ona doğru yürüdü. Bulundukları yerde tamamen yalnızlardı, göz alabildiğine ovada ya da patikada kimsecikler yoktu. Tek ses, göklerin uçsuz bucaksız yüksekliğinde uçan bir kuş sürüsünün minik, cılız çığlıklarıydı. Çocuğu olduğundan daha da güzel gösteren akşam güneşi, Jean Valjean’ı büsbütün korkunçlaştırıyor; ortaya garip bir çiftin çıkmasına neden oluyordu.

      “Efendim.” dedi küçük çocuk, saf cehalet ve masumiyetten oluşan o çocuksu güvenle. “Param?”

      “Adın ne senin?” dedi Jean Valjean.

      “Küçük Gervais, efendim.”

      “Git buradan.” dedi Jean Valjean.

      “Efendim.” dedi çocuk tekrar. “Paramı geri verin.”

      Jean Valjean başını önüne eğdi ve cevap vermedi.

      Çocuk tekrar: “Param efendim.” dedi.

      Jean Valjean’ın gözleri yere sabitlenmişti. “Param, azıcık param!” diye ağladı çocuk. “Bir parçacık gümüş param!”

      Jean Valjean sanki onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu. Çocuk onu hırkasından yakalayarak sarstı. Aynı zamanda, Jean Valjean’ın parasının üzerine koymuş olduğu demir ökçeli ayakkabısını kaldırmaya çalışıyordu.

      “Paramı istiyorum, bana kırk sentimi geri ver!”

      Çocuk ağlamaya başladığında Jean Valjean, başını kaldırdı. Hâlâ olduğu yerde durmaya devam ediyordu. Kederli gözleriyle çocuğu süzdü. Sonra elini sopasına attı ve korkunç bir sesle: “Kimsin sen?” diye bağırdı.

      “Benim, efendim.” diye yanıtladı çocuk. “Küçük Gervais! Benim! Bana kırk sentimi geri vermenizi istiyorum! Lütfen ayağınızı çekin, efendim!”

      Bir süre sonra, çocuk olmasına rağmen öfkelendi ve onu korkutmak istermiş gibi üzerine yürüyerek bağırmaya başladı:

      “Haydi ama ayağını çeker misin? Çek şu ayağını yoksa kötü olacak!”

      “Ah! Sen hâlâ burada mısın?” dedi Jean Valjean ve birden hâlâ ayağı paranın üzerindeyken doğruldu ve ekledi: “Gelip kendin almak ister misin?”

      İri yarı adamın birden karşısında dikildiğini gören çocuk, korkudan titremeye başlamış ve birkaç dakikalık sersemlikten sonra, ağlamaya bile cesaret edemeden arkasını dönüp kaçmıştı.

      Nefesi kesilene kadar ağlayıp koşmayı sürdürdü, sonrasında arkasına baktı ve ağlamaya devam etti. Jean Valjean düşmüş olduğu düşüncelerin arasından onun hıçkırıklarını duyabiliyordu. Birkaç dakika sonra çocuk ortadan kayboldu. Güneş, artık enikonu batmıştı.

      Gecenin karanlık gölgeleri yavaş yavaş Jean Valjean’ın etrafına çöküyordu. Bütün gün hiçbir şey yememiş, ayrıca üşümeye de başlamıştı.

      Olduğu yerde dikilip kalmış, gözleri bir şişe kırığının üzerinde öylece duruyordu. Derin ve uzun bir nefes alarak gerindi. Dikkatle etrafını inceledi. Bir anda titremeye başladı, akşam soğuğunu daha yeni yeni hissediyordu.

      Şapkasını sıkıca başına yerleştirdi, uyuşmuş hareketlerle hırkasının düğmelerini iliklemeye çalıştı. Bir adım ilerledi ve sopasını almak için durdu. O anda ayağını kaldırınca yerdeki toprağa gömülü o gümüş bozuk parayı gördü. Bir anda şaşkınlıkla irkildi. “Bu da ne?” diye mırıldandı dişlerinin arasından. Üç adım geriledi, bakışlarını ayağının bastığı noktadan bir anlığına dahi ayırmadan sanki karanlıkta parlayan şey üzerine perçinlenmiş açık bir gözmüş gibi, şok içerisinde ona bakarak olduğu yerde donup kaldı.

      Birkaç dakika sonra kıvranarak gümüş sikkeye doğru fırladı. Küçük çocuğun elinden zorla almış olduğu bu gümüş para, sanki ona belli bir işaret veriyormuş gibiydi. Eğilip parayı yerden aldı. Saklanacak bir yer ararmış gibi çevresindeki dümdüz boşluğa baktı, gözlerini ufkun tüm noktalarında gezdirdi. Orada, sığınak arayan korkmuş bir vahşi hayvan gibi dimdik durarak titriyordu.

      Hiçbir şey göremedi. Karanlık bastırıyordu, içinde garip duyguların korkunç karmaşası yaşanmaktaydı. İnledi, bir anda aklı başına gelmişti.

      “Ah!” diye hayıflandı ve hızla çocuğun kaybolduğu yöne doğru yola koyuldu. Otuz adım kadar sonra durdu, etrafına baktı ama kimseyi göremedi. Sonra tüm gücüyle bağırdı:

      “Küçük Gervais! Küçük Gervais!” Durdu ve bekledi. Cevap yoktu. Etrafında sadece koyu bir karanlık ve sessizlik hâkimdi. Bakışlarının kaybolduğu bir karanlıktan ve sesini yutan korkunç bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.

      Buz gibi bir kuzey rüzgârı esiyor, rüzgârın etkisinden eğilip bükülen ağaçlarda kendi iç âlemini görüyordu. Ağaçların ince dalları; kovalanan suçlulara, ezilmiş insanlara benziyordu. Ürktü onlardan, adımlarını sıklaştırdı. Sonra koşmaya başladı. Zaman zaman duruyor, çevresindeki sessizliği yırtan garip bir sesle “Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırıyordu.

      Elbette, çocuk onun bu korkunç sesini duymuş olsaydı paniğe kapılır ve kendisini ona göstermemek için mümkün olduğunca gizlenirdi. Ancak çoktan oralardan uzaklaşmıştı.

      At sırtında ilerleyen bir rahip gördü, ona doğru giderek şöyle dedi: “Rahip efendi, buradan geçen bir çocuk gördünüz mü?”

      “Hayır.” dedi, rahip.

      “Küçük Gervais adında biri.”

      “Ben kimseyi görmedim.”

      Cüzdanından iki adet beş frank çıkararak rahibe verdi. “Rahip efendi, bunu yoksullarınıza dağıtın. Rahip efendi, o küçük bir çocuktu, yaklaşık on yaşlarında. Sanırım elinde bir torba vardı, bir düşünseniz, onu gerçekten görmediniz mi?”

      “Görmedim.”

      “Küçük Gervais? Buraya yakın köylerden birinde yaşıyor olmalı. Onu tanıyor musunuz?”

      “Belki de yabancı biridir, dostum. Tanımıyorum böyle birini. Buralardan gelip geçen biri olmalı. Onlar hakkında hiçbir şey bilmeyiz.”

      Bunun üzerine çılgınca ekledi Jean Valjean: “Rahip efendi, beni tutuklayın. Ben bir hırsızım.” dedi. Rahip, atını mahmuzladı ve telaşlı bir biçimde oradan kaçıp uzaklaştı. Jean Valjean ilk gittiği yöne doğru koşmaya devam etti. Etrafına bakıyor, ara sıra küçük çocuğun adını bağırarak ilerlemeye devam ediyordu. Kimi gölgeleri insanlara benzeterek ümitleniyor, sonra yeniden kedere kapılıyordu. Sonunda bir üç yol ağzına gelerek durdu. Ay, dümdüz ovayı aydınlatıyordu. Bakışlarını uzaklara yönlendirdi ve “Küçük Gervais! Küçük Gervais! Küçük Gervais!” diye bağırdı. Çığlığı sisin içinde hiçbir yankı dahi bulmadan yitip gitti. Bir kez daha “Küçük Gervais!” diye mırıldandı ama bu sefer zayıf ve neredeyse anlaşılmaz bir sesle… Bu onun son çabasıydı; sanki görünmez bir güç, kötü vicdanının ağırlığı, onu birdenbire ezmeye başlamıştı.