Виктор Мари Гюго

Sefiller I. Cilt


Скачать книгу

Royal’dan Pont XV. Louis’ye kadar Tuileries pencerelerinin önünden akan Seine Nehri’nde isli bir duman çıkartan makine, gürültü ve uğultuyla gidip geliyordu; pek bir işe yaramayan bir mekanizma parçasıydı aslında; bir çeşit oyuncak gibiydi, “hayalperest bir mucidin boş hayali” diye nitelendirilen bir buharlı gemiydi. Parisliler bu icadı “işe yaramaz” diye nitelendiriyor, kayıtsızca karşılıyorlardı.

      Bir darbeyle Enstitü’nün reformcusu, sayısız akademisyenin, tüzüklerin ve üye gruplarının seçkin yazarı M. de Vaublanc, onları bu yüksek konumlara getirip yoktan var ettikten sonra, kendisi buna erişemiyordu. Saint-Germain Mahallesi ve Marsan Çiftliği de dindarlığı nedeniyle M. Delaveau’nun polis şefi olmasını istiyorlardı. Dupuytren ve Récamier Tıp Okulunun amfisinde tartışmaya giriyor, İsa Mesih’in ilahiliği konusunda birbirlerini yumruklayacak hâle geliyorlardı. Cuvier, bir gözü Tevrat’ın “Tekvin” bölümünde, diğer gözü doğada, fosilleri metinlerle uzlaştırarak, Mastodonlara Musa’yı övdürüp o kaba dindarlara yaranmaya çalışıyordu. Parmentier’in anısının takdire şayan yetiştiricisi M. François de Neufchâteau, pomme de terre’in5 “parmentière” olarak telaffuz edilmesi için binlerce çaba sarf edip duruyor ama hiçbir suretle başarılı olamıyordu. Eski piskopos, eski konvansiyon üyesi, eski senatör Rahip Grégoire, kralcıların tartışma yazılarında “Hain Grégoire” tanımına dönüşmüştü. Kullandığımız bu “dönüşmüştü” deyimi, M. Royer Collard tarafından bir neolojizm olarak kınanmasına karşın, yeni bir sözcük olarak bildirilmişti.

      Iéna Köprüsü’nün üçüncü kemerinin altında, iki yıl önce Blücher’ın köprüyü havaya uçurmak için açtığı mayın deliğini kapatsın diye konulan taşı, renginin beyazlığından tanımak hâlâ mümkündü. Bir adam, Artois Kontu’nun Notre Dame’a girdiğini görünce yüksek sesle: “Şeytan! Bonaparte ve Talma’yı kol kola Bel Sauvage’a girerken gördüğüm zamanı hasretle anıyorum.” dediği için mahkemeye veriliyordu. Kışkırtıcı sözler savuranlar için altı yıl tutukluluk veriliyordu. Hainler rahatça sokaklarda dolaşabiliyordu; savaş arifesinde düşmanın safına geçen adamlar, ödüllerini hiçbir zaman gizlemiyorlar, gün ortasında, zenginlik ve haysiyet kinizmi içinde küstahça ve hiç utanmadan kasılarak sokaklarda dolaşıyorlardı. Ligny ve Quatre-Bras’dan asker kaçakları ahlaksızlıklarının yüzsüzlüğü içinde, paralı ihanetlerinin kötü düzeninde, monarşiye bağlılıklarını en açık şekilde sergilemekten çekinmiyorlardı.

      Bütün bunlar 1817 yılı içerisinde gerçekleşerek kafa karıştıran, saçma sapan havada uçuşan ve unutulan olayların bütünüydü. Tarih de zaten neredeyse tüm bu ayrıntıları, bu olayları sonsuza kadar içerisinde barından bir olaylar silsilesi değil miydi? Yine de yanlış ya da önemsiz denilen ayrıntılar dahi hiçbir önemi olmadığı düşünülse bile, insanoğlu için önemliydi. Sonuç olarak yüzyılların fizyonomisini oluşturan şey, yine yılların fizyonomisidir.

      Bu yılın en güzel hikâyesi ise Parisli dört öğrencinin oynadıkları güzel bir komedi olmuştur.

      II

      Çifte Dörtlü

      Toulouse, Limoges, Cahors ve Montauban adlı dört Parisli öğrenciydi onlar; Paris’te okuyan öğrencilere, Parisli denirdi o dönem.

      Bu öğrencilerin her biri sıradan gençlerdendi. Herkes tarafından bilinen, benzer yüzlere sahiplerdi. Sanki rastgele insanlar arasından seçilen dört sıradan gençten ibaretlerdi. Ne iyi ne kötü ne bilge ne cahil ne dâhi ne de aptal; sadece yakışıklı, yirmili yaşlarının başında, akılları bir karış havada dört delikanlı. Paris’teki gençlere o dönemlerde Oscar adı verilirdi, bizim için onlar da dört Oscar’dı.

      “Onun için Arabistan’ın güzel kokularını yakın!” diye haykıracak derecede romantik gençlerdi. Onları mutlaka görmeliydiniz! İnsanlar yeni yeni kendilerini geliştirmeye başlamış, İskandinav ve Kaledonya zarafetini benimsiyorlardı. Saf İngiliz stili ancak daha sonraları hâkim olacaktı ve Arthurların ilki Wellington, Waterloo Savaşı’nı henüz kazanmıştı.

      Birbirleriyle çok yakın olan bu dört Oscar, kendilerini şöyle adlandırmışlardı: Toulouselu Félix Tholomyès, Cahorslu Listolier, Limogeslu Fameuil ve Montaubanlı Blachevelle. Doğal olarak, her birinin birer metresi de vardı. Blachevelle, İngiltere’den gelme olduğundan bu adı taşıyan Favourite ile birlikteydi; Listolier, takma adını bir çiçekten alan Dahlia ile beraberdi; Fameuil, Joséphine’in bir kısaltması olan Zéphine’e körkütük âşıktı. Tholomyès; güneş gibi güzel, parlak saçları nedeniyle Sarışın olarak adlandırılan Fantine’le birlikteydi.

      Favourite, Dahlia, Zéphine ve Fantine; gençliklerinin baharında, işçi olarak çalışan genç kadınlardı. Her biri de güzel, kıvrak, çekici dört genç kadındı. Entrikalardan biraz rahatsızlardı ama yine de yüzlerinde emeğin dinginliğini ve ruhlarında kadının ilk düşüşünde hayatta kalan o dürüstlük çiçeğini koruyorlardı. Kendi aralarında, kızların en küçüğüne “Genç”; kendilerinden üç yaş büyük olan, yirmi üç yaşındaki Fantine’e “İhtiyar” diyorlardı. Hiçbir şeyi gizlememek adına ilk üçü, hâlâ ilk yanılsamalarında olan Sarışın Fantine’den daha deneyimli, daha umursamaz ve hayatın kargaşasında daha da özgürleşmiş genç insanlardı.

      Dahlia, Zéphine ve özellikle Favourite hakkında çok fazla şey söylenebilirdi. Henüz yaşları çok ilerlememiş olsa da hepsinin evvelce başka sevgilileri olmuştu. Özellikle de Favourite; Adolph, Alphonse ve Gustave adında üç erkekle daha yakınlaşmıştı. Oynaşmayı seven bir kızdı. Hem fakir hem de oynaşmayı seven biri olmak çok kötü bir durumdu. Bu tür kadınlar birinin üzüntüsünü diğeri ile hafifletmeye çalışırdı ama her ikisi de aynı yola sürüklerdi insanı. Onlar bahtsız kadınlardı. Yaşadıkları düşüşler ve sonrasında taşlanmalarının nedeni de işte bu düşmüş oldukları yanılgılardı. Kusursuz ve erişilmez olan her şeyin görkeminde boğulurlardı. Ne yazık! Ya bu bakire kızlar açsa ne olacaktı? Onlar, kendilerine vadedilenlere kanıp her şeyi yaparlardı.

      İngiltere’de doğmuş olan Favourite; Dahlia ve Zéphine ile tanışmış, çabucak onlarla kaynaşmıştı. Hayatının çok erken dönemlerinde kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmişti. Babası bekâr, yaşlı bir matematik profesörüydü. Acımasız bir adamdı ve yaşına rağmen ders vermek için çalışmaya devam eden bir palavracıydı. Bu profesör, gençlik döneminde dışarıda dolaşırken genç bir kadının eteğinin bir yere takıldığını görerek yardımına koşmuş, bu tesadüfi karşılaşma sonucunda genç kıza âşık olmuştu. Sonuç olarak da bu aşkın meyvesi olan Favourite dünyaya gelmişti. Babasıyla zaman zaman sokakta karşılaşır, tamamen kayıtsız bir şekilde onunla konuşurdu. Bir sabah uyandığında kaldığı daireye bir kadın gelmiş ve ona: “Beni tanıyor musun Matmazel?” diye sormuştu.

      “Hayır.” diye cevap vermişti genç kız ona.

      “Ben senin annenim.”

      Genç kız bu duruma şaşırıp kalmış; bu sırada yaşlı kadın evde bulduğu yemeklerle karnını doyurarak sonra da yanında getirdiği, sahip olduğu tek şey olan şilteyle kızın yanına yerleşmişti. Bu huysuz ve dindar yaşlı anne, Favourite ile hiç konuşmamıştı. Saatlerce tek kelime etmeden orada oturmuş, kahvaltı etmiş, neredeyse dört kişinin yiyebileceği yiyecekleri bir akşamda tüketmişti. Kızı hakkında kötü konuşup sabahtan akşama kadar komşuları gezerek onu çekiştiren bir kadındı.

      Dahlia’nın hayatına bir göz atacak olursak bu genç kızın en güzel yeri elleri ve tırnaklarıydı. Öyle ki elleri bozulacak diye korkusundan, çalışacağı yerlerde onun bunun metresi olmaktan çekinmezdi.