Виктор Мари Гюго

Sefiller I. Cilt


Скачать книгу

sadece tek bir aşkının varlığını ve aşkına sadık genç bir kadın olduğunu söylemekle yetineceğiz. Dördünün arasında yalnızca o, tek bir kişi tarafından sevilip sevmeyi tercih eden biriydi.

      Fantine, tabiri caizse insanların küllerinden yeniden çiçek açan varlıklardan biriydi. Toplumsal gölgenin en akılalmaz derinliklerinden çıkmış olmasına rağmen alnında anonim ve bilinmeyenin işaretini taşıyor, anne ve babasının kim olduğu bilinmiyordu. Anne ve babasını hiç tanımamıştı. Adına sadece Fantine denmişti. Neden Fantine, bunu kimse bilmiyordu. Asla başka bir ismi de olmamıştı. Fakirlikle olgunlaşmış bir kızdı, doğduğu dönemde Direktuvar İdaresi hüküm sürüyordu. Bir soyadı yoktu; bir ailesi, bir vaftiz adı, bağlı olduğu bir kilise yoktu. Çok küçük bir çocukken, sokakta çıplak ayak koştuğu sırada birisi onun durumuna acıyarak yanına alıp büyütmüştü. Yağmur yağdığında bulutlardan dökülen yağmur damlalarının altında ıslanmaktan çok hoşlandığı için bu ismi almış olabilirdi. Ona Küçük Fantine deniyordu. Kimse de bundan fazlasını bilmiyordu. Bu insan canlısı, hayata işte bu vesileyle girmişti. On yaşındayken Fantine, bulunduğu kasabayı terk ederek yakın kasabalardaki çiftliklere çalışmaya gitmişti. On beş yaşında, daha fazla kazanmak için Paris’e gelmişti. Fantine, gerçekten güzel bir kadındı ve elinden geldiğince saf kalmayı başarmıştı. Bembeyaz dişleri olan çok güzel bir sarışındı. Çeyizi olarak altın ve incilerini bizzat üzerinde taşıyordu; altınları başından aşağı dökülüyor, incileri gülümseyen dudaklarından ortaya çıkıyordu. Yaşamını idame ettirmek için çok çalışıyordu. Hem ruhundaki hem de yüreğindeki açlığı dindirmek için âşık oldu. Tholomyès’e körkütük âşıktı.

      Onunki sadece bir aşk değil, aynı zamanda tutkuydu. Latin mahallesinin öğrencileri ve sokağın kalabalığı onların aşklarının şahidi oldu. Fantine, ilk başlarda çok utandığından Tholomyès’ten kaçtı; kaçan kovalanır misali bir durum yaşandı aralarında. Aslında onu görmeye can atıyor olsa da kendisini çekmesini bildi. Ancak sonunda aşk galip geldi. Blachevelle, Listolier ve Fameuil’nin yanında en büyükleri Tholomyès’ti. Dört gencin arasında en zeki olan da oydu.

      Tholomyès, genç yaşına rağmen yaşlı bir yüze sahipti. Ancak dört gencin arasında en zengin olan da oydu; dört bin franklık bir geliri vardı, dört bin frank! Sainte-Geneviève dağ kasabalarında müthiş bir servet. Tholomyès; otuzlu yaşlara yakın olmasına rağmen hızlı çökmüş, kendisine doğru dürüst bakmamıştı. Yüzünde kırışıklıklar vardı, dişlerinin bazıları dökülmüştü ve kendisinin de sürekli üzüntüyle bahsettiği üzere, başının arkasında yavaş yavaş kelleşmeye başlayan bir kısım vardı. Bu hâliyle otuzdan ziyade, kırklı yaşlarının üzerinde görünüyordu. Midesi de sağlam değildi ve bir gözüne hastalık bulaştığından sürekli yaşarıyordu. Ama bunların hiçbiri umurunda değildi; dişleriyle alay etmeyi, saçlarına gülüp geçmeyi, ağlayan gözlerine sürekli gülmeyi hayat felsefesi olarak benimsemişti. Kısacası sefalet yüzünden vaktinden önce çökmüştü. Yaşlılık alametleriyle birlikte şehveti de artmıştı, birçok güldürüler ve sayfalar dolusu şiirler yazmıştı. Vaudeville’de reddedilmiş bir sürü eseri bulunuyordu. Tüm bunlara ilave olarak, zayıfların gözünde çok büyük bir güç olan her şeyden son derece şüphe duyan bir karaktere sahipti. Olgun tavırları ve çökmüş yüz hatları nedeniyle grubun liderliği görevini üstlenmişti.

      Bir gün Tholomyès, diğer üçünü bir kenara çekerek şöyle dedi:

      “Fantine, Dahlia, Zéphine ve Favourite’e geçen yıl bir sürprizimiz olacağını söylemiştik, biliyorsunuz. Onlara bu konuda ciddi anlamda da söz vermiştik. Sözümüzde durmadığımızdan temcit pilavı gibi sürekli bu durumu burnumuza sokuyorlar, sürekli olarak bana ‘Tholomyès, sürprizinizi ne zaman ortaya çıkaracaksınız?’ diye sorup duruyorlar. Aynı zamanda ailelerimiz de bize bu konuda yazıyor ve her iki taraf da bizi baskılıyor. Bu yüzden de bence zamanı geldi, sözümüzde durarak artık onlara bekledikleri sürprizi hazırlayalım.”

      Bunun üzerinde Tholomyès sesini alçaltarak o kadar neşeli bir şey söyledi ki dört kafadar aynı anda coşkulu bir şekilde sırıtarak onu alkışladı ve Blachevelle: “İşte ben buna fikir derim!” diye haykırdı.

      Bulundukları yerden ayrılıp dumanlı bir kahveye girdiler, gizli konuşmalarının geri kalanını orada tamamladılar. Ve bir sonraki pazar günü için sevgililerini davet etmeye karar vererek oradan ayrıldılar.

      III

      Dörde Dört

      Bugünlerde, kırk beş yıl öncesinin öğrencilerinin o ülkede nasıl yolculuk yaptıklarını hayal etmek zordur. Paris’in banliyöleri artık hiç de eskisi gibi değildir, çevredeki yaşamın fizyonomisi son yarım yüzyılda tamamen değişmiş; o zamanlarda tarlaların bulunduğu yerler, yerini trenlere bırakmıştır. Küçük sandalların yerini vapurlar almaya başlamış, insanlar eskiden Saint-Cloud’dan bahsederken bugünlerde Fécamp’tan konuşmaya başlamıştır. 1862 senesinde Paris, artık Fransa’nın önemli şehirlerinden biri hâline gelmiştir. İşte bahsetmiş olduğumuz o dört çift de o sırada yaşanabilecek tüm taşra çılgınlıklarını birlikte yaşamıştır.

      Tatil dönemi başlıyordu ve sıcak, oldukça güneşli bir yaz günüydü. Önceki gün, yazmayı bilen tek kişi olan Favourite, dördü adına Tholomyès’e şunları yazmıştı: Mutluluktan kendimizi dışarı atmanın tam zamanı. Bu yüzden de hepsi sabahın beşinde kalktılar. Sonra bir arabaya binerek Saint-Cloud’a gittiler, kurumuş şelaleye bakarak bir ağızdan haykırdılar: “Su akarken kesinlikle çok güzel görünüyordu!” Havuzu seyredip bir süre oyalandıktan sonra Tête-Noir’da kahvaltı ettiler; büyük havuzun etrafında, ağaçların altında havuza yüzük atma oyunu oynadılar. Diogenes’in fenerine çıktılar, Pont de Sevres’in rulet tesisinde makaron için kumar oynadılar, Pateaux’da çiçek topladılar; etrafta mutlu mesut dolaşarak, elmalı turta yiyerek mükemmel bir gün geçirdiler.

      Genç kızlar sanki kafeslerinden kaçmış bülbüller gibi neşeyle şakalaşıp gevezelik ediyorlardı. Ne güzel şeydi gençlik, bunu sonuna kadar yaşıyorlardı. Zaman zaman genç delikanlılara küçük dokunuşlar yapıyorlardı. Gülüyor, konuşuyor, tazeliklerin keyiflerini çıkarıyorlardı; tıpkı yavru kuşlar gibiydiler. Ah, kim olursanız olun, siz de gençlik yıllarınızı hatırlamıyor musunuz? Sizler de başınızda esen kavak yellerinin sarhoşluğuyla, çayır çimen dolaşıp her şeye sevinmez miydiniz? Gülerek, yağmur altında sevdiğiniz kadının elini tutarak yokuş aşağı hiç koşmadınız mı? Yanınızdaki sevgiliniz “Ah, yeni pabuçlarım! Ne hâle geldiler!” deyip hayıflanmasına rağmen sizinle birlikte koşmaya devam etmedi mi?

      Hemen şunu belirtelim ki bu gülen ve neşeyle dolaşan gençlerin tek eksikleri o an yağacak olan bir yağmurdu ve öylesine eğlenceye dalmış durumdaydılar ki Favourite’in anaç sesi onları durdurdu:

      “Patikalarda sürünen bir dolu sümüklü böcek var; çocuklar, yağmur geliyor!”

      Kızların hepsi o anda, en kederli insanı bile neşelendirecek kadar güzeldi.

      Ne tesadüftür ki o dönemlerin ünlü şairlerinden olan M. le Chevalier Labouisse da o gün Saint-Cloud’daydı; ağaçların altında dolaştığı sırada, sabah on sularında onların oradan geçtiğini görmüş ve genç kızları eski Yunan güzellik ilahelerine benzetecek kadar onlardan etkilenmişti. “Gerçekten o tanrıçalardan olacak kadar güzeller, sadece bunların çok daha fazlalıkları var.” diye aklından geçirmişti.

      Favourite bugün gerçekten bir çocuk gibiydi; yirmili yaşlardaki üç arkadaşının yanında en büyükleri olmasına karşın yeşilliklerin arasından ilk önce o koşuyor, hendeklerin üzerinden atlıyor, dikkati dağılmış