mecburen eşekle yapmak zorunda kaldı. Şehrin belediye başkanı onu karşılamaya geldiğinde Piskopos’un eşekten inişini şaşkınlıkla izledi. Şehrin bazı ileri gelenleri onun hâline gülüyorlardı.
“Mösyö Belediye Başkanı.” dedi Piskopos. “Sizi ve vatandaşlarınızı şaşırttığımı görebiliyorum. Yoksul bir din görevlisinin İsa Mesih’in kullandığı bir hayvana binmesini çok kibirli buluyorsunuz. Ama sizi temin ederim, bunu kibirden değil; zorunluluktan yapmak zorunda kaldım.”
Bu geziler esnasında her zaman kibar ve hoşgörülü davranırdı; vaaz vermekten ziyade sohbet edercesine konuşmayı tercih ederdi. Kendisine iletilen şikâyetler karşısında çok yakınlarda daha kötü şartlar altında yaşayanları örnek vermeyi yeğlerdi. Çevre kasabalardaki insanların birbirlerine nasıl yardımcı olduklarını anlatırdı. Yoksullara karşı oldukça kötü davranan kantonlara şöyle açıklamada bulunuyordu:
“Briancon halkına bir bakın! Yoksullara, dullara ve yetimlere; tarlalarını herkesten üç gün önce biçme hakkı veriyorlar. Evleri harap durumda olanlara karşılıksız olarak yardım ederek onlar için evlerini yeniden inşa ediyorlar. Bu nedenle onların toprakları Tanrı tarafından kutsanmıştır. Tam bir asırdır, aralarından tek bir katil dahi çıkmamıştır.”
Toprağı verimsiz olan, çok fazla kâr gütmeye ve hasat hırsına sahip olan köylerde ise şunları anlatıyordu:
“Embrun halkına bakın! Hasat mevsiminde bir baba hasta ve âciz durumdaysa, oğlu askerde ve kızları şehirde çalışmak zorundaysa, onlar için yardım kendi cemaatlerinden geliyor. Pazar ayininden sonra köyün bütün sakinleri -erkekler, kadınlar ve çocuklar- o zavallı adamın tarlasına giderek onun hasadını kaldırıyor, samanını ve tahılını ambarlarına taşıyor.”
Para ve miras konusunda fikir ayrımına düşen ailelere ise şunları söylüyordu:
“Devolny’nin dağlık bölgelerinde yaşayanlara bir bakın, oralar elli yılda bir bülbül sesinin duyulduğu tamamen vahşi bir bölgedir. Ah, işte o bölgede bir aile babası öldüğünde evin delikanlıları para kazanmak için başka bölgelere giderler; mirası ise kendilerine uygun koca bulabilmeleri için kız kardeşlerine bırakırlar.”
Mahkemelere taşınmaya alışmış ve bu durumdan zevk alan çiftçilerin kendilerini damgalı evrakla mahvettiği kantonlarına ise şöyle diyordu:
“Queyras Vadisi’nde yaşayan şu iyi yürekli köylülere bir bakın! Neredeyse üç bin kişilik bir nüfusa sahipler. Tanrı’m! Küçük bir cumhuriyet gibi! Ama orada ne bir hâkim ne de bir mübaşir var. Onların bütün işlerini belediye başkanı hallediyor. O; bu köylülerin vergilerini bölüştürür, her birinden vicdani kanaatine göre vergi alır, boş yere tartışmalara mahal vermeden mirasları adil biçimde bölüştürür, davalar hakkında hüküm verir. Ve tüm cemaati ona itaat eder çünkü onlar açısından bu kişi adil bir adamdır.”
Okula öğretmen bulamayan köylülere de yine aynı bölgeden örnekler veriyordu:
“Onların bu hususla nasıl başa çıktıklarını biliyor musunuz?” diyordu. “Bir düzine bacası tütemeyecek kadar küçük olan köyler, bir öğretmen tutabilecek durumda olmadığından vadide yaşayanların hepsi bir araya gelip bir öğretmen tutuyor ve onun maaşını ödüyorlar. Böylece o öğretmenler sırayla köyleri dolaşarak ders veriyorlar. Onları yolculukları esnasında görmüştüm. Şapkalarına yazı yazmaya mahsus tüy kalemlerden takıyorlar. Sadece okuma öğretenlerin tek bir tüy; okuma ve hesap yapmayı öğretenlerin iki tüy; okuma, hesap ve Latince öğretenlerin üç tüy taktıklarını gördüm. Ama cahilliğin kesinlikle mazereti olamaz! Siz de tıpkı Queyraslılar gibi yapabilirsiniz!”
İşte böyle hem sevecen hem de babacan sohbetler gerçekleştirirdi. Köylülerden ya da civar şehirlerden bulabileceği örnek kalmadığında ise doğrudan İsa Mesih’in sözlerini kendi hitabet sanatıyla bir araya getirerek onlara, düşündürücü vaazlar sunardı. Söylediklerinden her zaman emin olduğundan karşısındakileri de her zaman ikna edebiliyordu.
IV
Sözlere Uyan İşler
Konuşması her zaman neşeli ve cana yakındı. Hayatını onunla paylaşan iki yaşlı kadınla kendisini her zaman aynı kefeye koyardı. Güldüğünde tıpkı bir okul çocuğunun neşesini yansıtırdı. Madam Magloire ona “Haşmetli Majesteleri” demekten hoşlanırdı. Bir gün Piskopos, koltuğundan kalktı ve bir kitap aramak için kütüphanesine geçti. Aradığı kitap, kütüphanesinin üst raflarından birindeydi. Elbette Piskopos’un boyu da fazlasıyla kısa olduğundan kitaba ulaşamadı. “Madam Magloire!” diye seslendi. “Bana bir sandalye getirebilir misiniz? Haşmetim maalesef o rafa kadar uzanmama izin vermiyor.”
Bir seferinde, uzak akrabalarından biri olan Kontes de La Lo; üç oğlunun geleceğiyle ilgili “beklentileri” hakkında onunla konuşmak üzere ziyaretine geldi. Çok yaşlı ve ölmek üzere olan, böylece doğal olarak oğullarının mirasçı olacağı birçok akrabası vardı. Üç oğlunun en küçüğüne, büyük teyzesinden yüz bin franklık bir gelir kalacaktı; ikinci oğlu amcası vesilesiyle Dük unvanını miras alacaktı; en büyük oğluna ise dedesinin asilzadeliği miras kalacaktı. Piskopos, bu masumane ve mazur görülebilir annelik tasalarını sessizce dinlemeye alışmıştı. Yine böyle bir sohbet esnasında Madam Lo, tüm bu miras durumunu ve oğulları hakkında beklentilerini bir kez daha ayrıntılarıyla anlattığı sırada, Piskopos’un düşüncelere daldığını fark etti. Anlattıklarını yarıda keserek merakla sordu:
“Tanrı’m, kuzen! Ne düşünüyorsunuz böyle?”
“Bir anda aklıma gelen bir sözü düşünüyordum.” diye yanıtladı Piskopos sakince. “Sanırım Aziz Augustine söylemişti: ‘Umutlarınızı mirasına konamayacağınız kimselere bağlayın.’ ”
Başka bir zamanda ise kırsal kesimden bir asilzadenin vefat haberini bildiren kartı aldığı ve kartın üzerinde adama ait bütün unvanların ve lakaplarının yazılı olduğunu görünce “Ölüme giderken sırtını bunlarla sağlama alıyor demek!” diye haykırmıştı. “Acaba ölümden sonrasında unvanların hiçbir anlamı olmadığını, kibirli lakaplarının mezar taşı üzerinde hiçbir etkisinin bulunmadığını insanoğlu ne zaman anlayacak?”
Her zaman tatlı bir alaycılıkla ancak ciddiyetindeki anlamı gizleyen nazik bir üslupla konuşurdu. Kutsal haftalardan birinde, Digne şehrine genç bir papaz ziyarete gelmişti. Hoşgörülü ve oldukça konuşkan genç bir adamdı. Vaazının konusu tamamen insanların başkalarına acımaları üzerineydi. Kendi görüşlerine göre en korkunç şekilde tasvir ettiği cehennemden kaçınmak ve her zaman ulaşmak için arzu edilen cennet mekânını kazanmak adına zenginlere, fakirlere yardım etmeleri hususunda açıklamalarda bulunmuştu. Dinleyiciler arasında kumaş tüccarlığı yapmış ve bu işlerden oldukça zengin olmuş, eli sıkı Bay Geborand adında eski bir tüccar da vardı. Bay Geborand’ın hayatı boyunca bir fakire sadaka verdiği görülmemişti. Ancak genç papazın yapmış olduğu bu vaazın ardından, her pazar, kilisenin kapısından çıkarken fakir kadınlardan altısına bir miktar para bölüştürdüğü görüldü. Bir gün Piskopos, onu yine bu sadakayı ihsan ederken görmüş ve kız kardeşine gülümseyerek “Bay Geborand verdiği üç pulla cenneti satın almaya çalışıyor.” demişti.
Bir hayırseverlik söz konusu olduğunda bunu geri çevirmemek adına her zaman elinden geleni yapıyor ve bu gibi durumlarda karşısına çıkan hiçbir güçlükten yılmıyordu. Bir seferinde, şehrin büyük toplantı yerlerinden birinde yoksullar için yardım topladığı sırada; orada hem aşırı Kralcı hem de aşırı Voltaireci olmakla geçinen, aşırı zengin ve açgözlü, yaşlı bir adam olan Chamtercier Markisi de bulunuyordu. Böylesi hasis