Dükü, kişisel inisiyatif kullanmamıştır. Prens olarak doğmuştu ve kendisinin Kral seçildiğine inanıyordu. Bu görevi kendisine o vermemiş, onu zorla almamıştı; sadece şahsına teklif edilmiş ve o da kabul etmişti; yine de teklifin gerçeğe uygunluğuna ve kabulünün de göreve uygun olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla onun mülkiyeti iyi niyetliydi. Şimdi vicdanen rahat bir şekilde söylüyoruz ki Louis Philippe tam bir iyi niyetle topraklarını sahiplenmiş ve demokrasi saldırılarında iyi niyetli olduğundan toplumsal çatışmaların boşalttığı terörün miktarı ne Kral’a ne de demokrasiye yükletilmiştir. İlkelerin çatışması, ögelerin çatışmasına benzer. Okyanus suyu, kasırga havayı, kral krallığı, demokrasi halkı korur; değişken olan monarşi mutlak olana, yani cumhuriyete direnir; toplum bu çatışmada kanar ama bugün onun acısını oluşturan şey daha sonra güvenliğini de oluşturacaktır ve her hâlükârda, savaşanlar suçlanmamalıdır; iki taraftan biri açıkça yanılıyordur; hak, Rodos Heykeli gibi aynı anda iki kıyıda bulunmaz, bir ayağı cumhuriyette diğeri krallıkta değildir çünkü bölünemez ve hepsi bir taraftadır fakat sapkınlık içinde olanlar öyle içtendirler ki kör bir adam, bir Vendéelinin kabadayı olmaması gibi bir suçlu olarak değerlendirilmez. O hâlde bu çetin çarpışmaları yalnızca olayların yazgısına yükleyebiliriz. Bu fırtınaların doğası ne olursa olsun, insan sorumsuzluğu bu konuda ana faktördür. Bu manzarayı sizler için tamamlayalım.
1830 hükûmeti çok zor bir hayat sürmüştür. Dün doğmuş, bugün savaşmak zorunda kalmıştır. Direnç hemen ertesi gün doğmuş, hatta belki de önceki akşam ortaya çıkmıştır. Aydan aya düşmanlık artmış ve gizlenmekten aşikâr hâle gelmiştir. Fransa dışında krallar tarafından pek kabul görmemiş olan Temmuz Devrimi, daha önce de söylediğimiz gibi, Fransa’da çeşitli şekillerde yorumlanmıştı. Tanrı, olaylardaki görünür iradesini insanlara gizemli bir dilde yazılmış karanlık bir metin olarak teslim etmiştir. İnsanlar hemen bunun tercümesini yapmış; çeviriler aceleci, yanlış, hatalarla, boşluklarla ve saçmalıklarla dolmuştur. Çok az akıl ilahi dili anlayabilir çünkü. En bilgesi, en sakini, en derini yavaş yavaş deşifre eder ve metinleriyle geldiklerinde görev çoktan tamamlanmış olur; halk, ortaya konan yirmi farklı çeviri arasında afallar. Geriye kalan her bir yorumdan bir parti, her yanlış yorumlamadan bir fraksiyon doğar ve her bir taraf tek başına doğru metne sahip olduğunu düşünür, her grup ışığa sahip olduğuna inanır. Gücün kendisi genellikle bir hiziptir. Devrimlerde akıntıya karşı çıkan yüzücüler vardır, onlar eski partilerdir. Tanrı’nın lütfuyla verasete sarılan eski partiler için devrimlerin başkaldırı hakkından doğduklarından, onlara karşı başkaldırmaya hakkı olduğunu düşünürler. Büyük hatadır. Çünkü bu devrimlerde isyan eden halk değil, kraldır. Devrim, isyanın tam tersidir. Zaman zaman bu hak, sahte devrimciler tarafından lekelenir ancak kirlenmiş de olsa, kanlanmış da olsa var olmayı sürdürür. Devrimler bir rastlantıdan değil de bir ihtiyaçtan ortaya çıkar. Bir devrim aslında heveslerin gerçekleşmesi demektir. Olması gerektiği için olmuştur. Eski yasal partiler, hatalı bir düşünce yürütme yüzünden 1830 Devrimi’ne karşı çıkmışlardı. Zırhın kusurundan ve ondaki mantık eksikliğinden devrimi en cılız yerinden vurmuşlardır. Onlar bu devrimde kraliyete saldırmış ve şöyle bağırmışlardır: “Devrim tamam ama krala ne gerek var?”
Aslında bu fitneciler hayli isabetli nişan alan körlerdir.
Bu çığlığı cumhuriyetçiler de yükseltmiştir ve onların bu çığlığı isyan niteliği taşıdığından anlamlıdır. Kralcılarda körlük sayılan şey, demokratlarda bir ileri görüş olarak görülmektedir. 1830 Devrimi halka verdiği sözde durmamış, buna öfkelenen demokrasi ona hesap sormuştur. Geçmişin saldırısıyla geleceğin saldırısı arasında Temmuz, can çekişmiştir. Bir yandan asırlık monarşiyle, diğer taraftan sonsuz hakla başı belada olan anı simgelemiştir bu can çekişme. Dışarıda artık devrim sayılmayan, bir monarşi hâline gelen 1830; Avrupa’ya ayak uydurmak ve barışı da savunmak zorundaydı. Aklıselime aykırı bir uyum, çoğu zaman bir savaştan bile daha pahalıya mal olmuştur. İşte bu yüzden de konuşmayan ancak sürekli kendi kendine söylenen bu gizli geçimsizlikten silahlı bir barış doğmuş, bu da uygarlığın en pahalı sahtekârlığı olmuştur. İlerleme aracılığıyla Fransa’ya itilen devrim, Avrupa’daki monarşileri tartaklamış; kendisinin ikinci kademede görülmesine sebebiyet vermişti. Bu arada ülkede halkın yoksulluğu, emekçilik, ücretler, eğitim, ceza, fuhuş, kadının kaderi, zenginlik, yoksulluk, üretim, tüketim, dağıtım, alım satım, para, kredi, sermaye hakkı, çalışma hakkı; bütün bu sorunlar artmış, birkaç kat yoğunlaşıp ağırlaşarak toplumu tehdit eder hâle gelmişti. Siyasi partilerin yanı sıra bir hareket daha belirmişti; seçkinler de halk gibi huzursuz olduğundan farklı biçimde ama onun ölçüsünde demokratik ve felsefi kaynaşma meydana geliyor, karışıklık oluşmasına neden oluyordu. Âlimler derin derin düşünürken alt katmanlar, devrimci akımların etkisiyle hastalıklı gibi titriyordu. Bu düşünürlerden bazıları kendi başlarına bazıları aileleriyle beraber ya da toplu hâlde, sakince ama derin derin toplumsal sorunları inceliyorlardı. Bu sakin madenciler sessizce yeraltı galerilerini bir volkanın temeline kazıyorlardı. Sarsıntılardan ve kimi zaman gördükleri alevli fırınlardan huzursuz bile olmuyorlardı. Bu adamlar sadece kendi mutluluklarıyla ilgilenerek haklar hakkındaki siyasi sorunları politikacılara bırakmışlardı. Para, ziraat, endüstri sorunlarını bir din yüceliğine çıkartmışlar; kısmen de olsa Tanrı’nın yardımıyla ancak genel anlamda insan eliyle kurulan uygarlıkta çıkarlar, canlı bir yasa yoluyla sıralanıp, topaklanıp, kaya gibi sert bir biçimde düzene sokulur hâle getirilebilmişti. Bu canlı yasa, ekonomistlerin sabırla inceledikleri bilimdi. Farklı isimler altında bir araya gelen bu insanlara genellikle “sosyalist” denilmektedir. Bu adamlar, bu taşı delip bundan insan eliyle insan huzurunun kaynaklarını ortaya çıkarmak için çalışırlar. Fransız İhtilali’nin duyurduğu insan hakkına, onlar kadının ve çocuğun hakkını da ekleyerek giyotinden savaş sorununa kadar çalışmaları sürekli aynı şekilde hallederlerdi. Farklı nedenlerle teorik açıdan sosyalizmin uyandırdığı sorunları şimdi burada tartışmanın yersiz olacağını düşünerek sadece sizlere göstermek istiyoruz. Sosyalistlerin önerdiği iktisadi fikirler, hayaller ve mistisizm bir kenara atılırsa iki önemli soruna odaklanılmıştır:
İlk sorun: Zenginlik oluşturmaktır.
İkincisi: Paylaşmaktır.
İlk sorun, çalışmayı kapsar.
İkincisi, ücreti.
İlk sorunda güçlerin kullanımı söz konusudur.
İkincisinde, zevklerin bölüşülmesi.
Güçlerin iyi kullanımından halk iktidarı doğar.
Zevklerin paylaşılmasından, bireysel mutluluk.
İyi bir dağıtım derken eşit dağıtım değil de haklı bir dağıtım demek istiyoruz aslında. Eşitlik ve adalet olarak bu iki özellik birleşince dışarıda halkın iktidarı ve içeride de bireysel mutluluk olunca, toplumsal refah zaten ortaya çıkmaktadır. Toplumsal refah demek, insanın mutluluğu demektir. Yurttaş özgür, ulus yüce olur. İngiltere bu iki meseleden birini çözmüştür. Olağanüstü biçimde zenginlik yaratmış ancak bunun dağılımını yapmayı pek iyi becerememiştir. Sadece tek yanlı olan bu çözüm, ülkeyi kaçınılmaz bir zıtlığa sürüklemiştir. Böylece bir tarafta muazzam bir zenginlik, diğer tarafta korkunç bir sefalet ortaya çıkmıştır: bazıları için bütün zevkler bazıları için bütün azaplar… Bazılarının zevklerinden diğerlerinin yoksulluğu doğmuş, halk yoksullaşmıştır. Ayrıcalık, tekel, feodalite, emekten kaynaklanır. Bu hatalı ve riskli durum, halk iktidarını, kamu gücünü yoksulluğun üzerine oturtur ve kişinin acılarından devletin büyüklüğünü oluşturur. Bu kötü kurulmuş büyüklük; içinde hiçbir