devam ediyordu. Yaşlı kadın ciğerlerini patlatırcasına bağırıyordu.
“Bugünlerde binalara böyle mi davranılıyor?”
Bir anda durakladı. Çocuğu tanımıştı. “Nasıl olur! Demek o küçük şeytan!” diye söylendi.
“Ah, bu bizim yaşlı kadın.” dedi çocuk. “İyi günler Bougon Ana. Büyüklerimi görmeye geldim.”
Yaşlı kadın yüzünü buruşturarak ve ne yazık ki karanlıkta boşa harcanan zayıflık ile çirkinlikten kaynaklanan harika bir nefret doğaçlamasıyla karşılık verdi:
“Burada kimse yok.”
“Peh!” dedi çocuk. “Babam nerede?” diye sordu.
“Force Cezaevinde.”
“Haydi ama! Ya annem?”
“Saint-Lazare Hapishanesinde.”
“Peki! Ya kız kardeşlerim?”
“Madelonettes Islahevinde.”
Çocuk başını, kulağının arkasını kaşıdı; Bougon Ana’ya baktı ve sadece “Ah!” diye hayıflanarak topuğunun üzerinde döndü; bir an sonra kapının eşiğinde kalmış olan yaşlı kadın onun duru, genç sesiyle şarkı söylediğini duydu. Kış rüzgârında karaağaçların altına daldığında ses hâlâ mırıldanıyordu:
Kral Coupedesabot avda,
Karga avında.
Ayaklığın altından geçenler,
Yarım frank ödediler ona.
SAINT-DENIS
PLUMET SOKAĞI’NDAKİ İDİL VE SAINT-DENIS SOKAĞI’NDAKİ EPİK
Birinci Kitap
Tarihe Dair Birkaç Sayfa
I
Güzel Kesim
Temmuz Devrimi ile doğrudan bağlantılı iki yıl olan 1831 ve 1832, tarihin en tuhaf ve çarpıcı devirlerinden birini oluşturur. Bu iki yıl, kendinden öncekiler ve sonrakiler arasında iki dağ gibi yükselir. Devrimci bir büyüklükleri vardır. Uçurumlar orada ayırt edilmelidir. Toplumsal kitleler, uygarlığın en büyükleri, üst üste binmiş ve birbirine bağlı çıkarların bir arada tuttuğu sağlam çıkar grubu, eski Fransız oluşumunun asırlık profilleri ve teoriler her an içlerinde belirip kaybolur. Bu görünümler ve kaybolmalar, hareket ve direniş olarak belirlenmiştir. Zaman zaman hakikatin, insan ruhunun o gün ışığının orada parıldadığı söylenebilir.
Alabildiğine kısıtlı ve bizden günbegün uzaklaşan bu önemli çağın karakteristik çizgilerini çekebilmek o kadar kolay olmayacaktır ancak bizler yine de bunu yaşayarak deneyimleyeceğiz.
Restorasyon; yorgunluğun, vızıltıların, uğultuların, uykunun, kargaşanın olduğu ve büyük bir ulusun bir duraklama yerine varmasından başka bir şey olmayan, tanımlanması zor ara evrelerden biriydi. Bu dönemler kendine özgüdür ve onları kâra dönüştürmek isteyen politikacıları yanıltmaktadır. Başlangıçta ulus, dinlenmekten başka bir şey istemez; tek bir şeye susamıştır: Barış. Tek bir amacı vardır: Küçük olmak. Bunun anlamı sükûnet isteğidir. Büyük olaylardan, büyük tehlikelerden, büyük maceralardan, büyük adamlardan; Tanrı’ya şükür, yeterince gördük, başımızın üstünde taşıdık. Sezar’ı Prusias ile ve Napolyon’u Yvetot Kralı ile değiştirdik. “Ne kadar iyi bir küçük kraldı!” Şafaktan beri yürüdük, uzun ve meşakkatli bir günün akşamına ulaştık; ilk değişikliğimizi Mirabeau ile ikinci değişikliğimizi Robespierre ile üçüncü değişikliğimizi ise Bonaparte ile yaptık, yıprandık. Her biri bir taht talep etti. Yorgun adanmışlık, yaşlanmış kahramanlık, doygun hırslar, yapılan servetler; arayan, talep eden, yalvaran kimseler neler istedi? Sığınak. Tek istedikleri buydu! Huzura, sükûnete, boş zamana sahip olmak; mutlu olmak. Ancak aynı zamanda bazı gerçekler ortaya çıktı, tanınmayı zorladı ve sırayla kapıları çaldı. Bu gerçekler devrimlerin ve savaşların ürünüdür; varlar, hep var olmuşlardır, kendilerini topluma yerleştirme hakları mevcuttur ve kendilerini oraya yerleştirirler; çoğu zaman gerçekler, hane halkının vekilharçları ve ilkeler için barınak hazırlamaktan başka bir şey yapmayan köleleri olur. Öyleyse siyaset felsefecilerine görünen şudur: Aynı zamanda yorgun insanlar dinlenmeyi talep ederken gerçekler de garanti talep eder. Teminatlar, gerçekler için aynıdır; insanlar için de geçerlidir. İngiltere’nin Stuartlardan istediği şey buydu; Fransa’nın da imparatorluktan sonra Bourbonlardan istediği şey buydu. Bu garantiler çağın gereğidir. Bunlara uyulmalıdır.
Prensler onlara bu gücü “verir” ama gerçekte onlara verilen imkânların gücüdür bu. Stuartların 1662’de şüphelenmediği ve Bourbonların 1814’te bir an bile göremedikleri derin ve bilinmesi yararlı bir gerçektir. Napolyon düştüğünde Fransa’ya dönen önceden belirlenmiş aile, ihsan edenin kendisinin olduğuna ve ihsan ettiğini tekrar geri alabileceğine inanmak gibi ölümcül bir basitliğe sahiptir; Bourbon Hanedanı’nın ilahi hakka sahip olduğu, Fransa’nın hiçbir şeye sahip olmadığı ve XVIII. Louis Tüzüğü’nde kabul edilen siyasi hakkın sadece ilahi haktan olduğu, Bourbon Hanedanı tarafından ayrıldığı ve nezaketle halka verildiği, Kral’ın yeniden kabul edeceği güne kadar hükmünün sürmesi gereken bir durum. Yine de Bourbon Hanedanı hediyenin yarattığı hoşnutsuzluktan, hediyenin ondan gelmediğini hissetmeliydi.
Bu ev on dokuzuncu yüzyıla kadar olduğu hâliyle kaldı. Ulusun her gelişimine huysuz bir bakış attı. Basit bir kelimeyle, yani popüler ve halkın gerçek üslubuyla dile getirirsek; somurttu. Halk bunu gördü. İmparatorluk bir tiyatro sahnesi gibi önünde sürüklendiği için güçlü olduğunu düşündü. Kendisinin aynı şekilde getirildiğini de Napolyon’u ortadan kaldıran o elde de yattığını algılayamadı. Kökleri olduğunu düşündü çünkü o geçmişti. Yanlıştı, geçmişin bir parçasını oluşturuyordu ama tüm geçmiş Fransa’ydı. Fransız toplumunun kökleri Bourbonlarda değil, uluslarda sabitlendi. Bu karanlık ve canlı kökler bir ailenin hakkını değil, bir halkın tarihini oluşturuyordu. Tahtın altı hariç her yerdelerdi.
Bourbon Hanedanı; Fransa tarihinin ünlü, şanlı ve kanlı bir düğümüydü ama artık kaderinin en önemli ögesi ve siyasetin temeli değildi. Bourbonlardan vazgeçilebilirdi, onlarsız da yaşanırdı, sonuç olarak tam yirmi iki yıl onlarsız yaşanmıştı. Bir ara bir kopuş olmuştu fakat Bourbonlar bunun ayrımında değillerdi. Bundan nasıl kuşkulanırlardı? Onlar zaten XVII. Louis’nin, 9 Thermidor’da ve XVIII. Louis’nin de Marengo Savaşı’nda ülkeyi idare ettiklerini sanıyorlardı. Tarihin başlangıcından bu yana hiçbir zaman prensler böylesine aymaz davranmamışlar, gerçekleri bu kadar ahmakça yok saymamışlardı. Bu önemli yanılgı, hanedanı, 1814’te kendi deyimiyle “bağışladığı” ayrıcalıklara bulaşmaya zorladı. Onların ayrıcalık dediği şeyin yengilerimiz olması ne acıydı, bizim çiğnediğimizi öne sürdükleriyse bizim kanuni hakkımızdı. Vaktin geldiğini sanan Restorasyon, kendisini Bonaparte’tan yukarıda bulup ülkede kökleri olduğuna inandı; daha doğrusu kendisini güçlü ve erişilmez bularak kararını verip darbeyi indirdi. Bir sabah Fransa’nın karşısına dikildi ve bağırıp çağırarak ulusun hakkını ve bireysel hakkı tanımadı. Ulusal egemenliğini ve yurttaşın özgürlük haklarını gasbetti. Diğer bir deyimle ulustan, ulusu oluşturan özelliği aldı ve yurttaşın yurttaşlık hakkını çiğnedi. “Temmuz Tüzükleri” denilen o ünlü yasaların temelleri işte böyle atıldı ve böylece Restorasyon’un çöküşü sağlandı. Tam vaktinde ve haklı olarak yıkıldı, bununla birlikte gelişime büsbütün karşı çıkmış sayılmayacağını da eklemeliyiz. Bu arada sayısız gelişmelere meydan