katlamak için iki el gerek, verin ben katlayayım.” dedi Thénardier, alaycı bir sesle ve kâğıdı onun elinden aldı.
“Şimdi de adresi yazın. Matmazel Fabre. Sizin buralardan fazla uzaklarda oturmadığınızı biliyorum. Saint-Jacques Mahallesi civarında olduğunu tahmin ediyorum, sürekli sabah ayinlerine oraya gittiğinize göre ama sokağınızı bilmiyordum. İsminiz konusunda yalan söylemediğinize göre bana doğru adresi vereceğinize eminim.”
Tutsak bir an dalgınca durdu, sonra kalemi alıp yazdı: “Matmazel Fabre, Urbain Fabre’ın Evi, Saint-Dominique Sokağı, No. 17.”
Thénardier mektubu hızla adamın elinden çekip aldı ve heyecanla “Kadın!” diye haykırdı. Karısı koşup geldi, ona anlattı:
“İşte mektup. Ne yapacağını biliyorsun. Kiralık araba aşağıda. Hemen git ve kızı alıp dön.” dedi. Daha sonra elinde kasap baltası tutan adama dönüp: “Sen de onunla git. Arabanın arkasına oturursun. Onun yanından ne zaman ayrılacağını biliyorsun.” dedi.
“Evet.” dedi adam.
Adam baltasını bir kenara bırakıp kadının arkasından ilerledi. Kapıdan çıkıyorlardı ki Thénardier başını uzattı ve arkalarından seslendi: “Sakın ola o mektubu kaybetme. Üzerinde iki yüz bin frank taşıdığını da asla unutma.”
Karısının o korkunç boğuk homurdanması duyuldu: “Merak etme! Onu koynuma koydum!”
Bir an sonra, kamçı ve tekerlek sesleri duyuldu, hemen sonrasında da sesler kesildi.
“Çok iyi!” dedi Thénardier homurdanarak. “Hızlı ayrıldılar, bu hızla gidecek olurlarsa kırk beş dakika içerisinde dönmüş olurlar.”
Sandalyesine kuruldu ve ayaklarını ateşe uzatıp: “Ayaklarım dondu!” diye söylendi.
İçeride ihtiyar adam, Thénardier ve beş haydut dışında kimse kalmamıştı. Yüzlerini örten kara tutkal veya taktıkları maskelerden dolayı adamların bazıları kömürcülere bazıları zencilere bazıları da şeytanlara benzemişti. Hiçbirinde en ufak bir duygu belirtisi yoktu, acımasızca cinayet işlemeye hazır insanlardı, bunu bir görev olarak benimsemişlerdi. Onlar açısından gayet sıradan bir görevmiş gibi rahat hareketlerle odada dolaşıyorlardı. Thénardier ise bu sırada ayaklarını ısıtmakla meşguldü. Bağlı adam, yine düşüncelerine dalmıştı. Az önce büyük bir karmaşanın yaşandığı odada, şimdi mutlak bir sessizlik hâkimdi. Yarısına kadar yanmış mum, karanlık odayı iyi aydınlatıyordu. Mangaldaki kömürler de kararmaya başladığı için, canavar kafalarını andıran hırsız kafaları duvarlara ve tavana kötü gölgeler hâlinde yansıyordu. Bir köşeye serilip sızmış ihtiyarın horlaması dışında ses yoktu. Marius her an çoğalan bir kaygıyla bekliyordu. İhtiyarla kızını kuşatan sır giderek yoğunlaşıyordu. Thénardier’nin “hanımefendi” ya da “Tarla Kuşu” diye söz ettiği o kız da neyin nesiydi? Bu isim adamı hiç etkilememişti. Aksine o sakince, “Kimden söz ettiğinizi anlayamadım.” demişti. Bununla birlikte, mendil üzerindeki “U. F.” harfleri durumu aydınlatmıştı. Babanın adı Urbain Fabre olduğuna göre kızın adı kesinlikle “Ursule” değildi. Marius büyülenmiş gibi olduğu yerden ayrılamıyordu. Sinirlerine hâlâ hâkim olamıyor, bir türlü aklını toparlayamıyordu. Kendi kendine: “Eğer aradığım kız bu bahsi geçen ‘Tarla Kuşu’ ise bunu hemen anlarım, Thénardier’nin karısı birazdan onu buraya getirecek. İşte o zaman her şey ortaya çıkacak. Onları kurtarmak için kanımı son damlasına kadar seve seve akıtırım. Beni hiçbir şey durduramaz!” diye geçiriyordu aklından.
Böylece yarım saat geçti. Thénardier karanlık düşüncelere dalmış görünüyor, tutsakları ise hiç kıpırdamıyordu. Yine de Marius ara sıra ve son birkaç dakikadır tutsaktan hafif, boğuk bir ses duyduğunu sanıyordu. Thénardier hemen tutsağa seslendi:
“Bu arada Mösyö Fabre, size hemen söylemeliyim.” diye başladı konuşmasına. Bu birkaç kelime bir açıklamanın başlangıcı gibi görünüyordu. Marius dikkat kesildi.
“Karım birazdan dönecek, sabırsızlanmayın. Tarla Kuşu’nun gerçekten sizin kızınız olduğunu düşünüyorum ve bence onu elinizde tutmanız da oldukça doğal. Sadece beni biraz dinleyin. Karım sizin mektubunuzla gidip onun peşine düşecek. Karıma onun gibi giyinmesini söyledim, böylece genç hanımınız onu takip etmekte zorluk çekmesin. İkisi de arkada arkadaşımla birlikte arabaya binecekler. Bariyerin dışında bir yerde, çok iyi iki atın kullandığı bir araba var. Genç hanımınız ona götürülecek. Arabadan inecek, yoldaşım onunla birlikte diğer araca binecek ve karım buraya gelip bize ‘Bitti.’ diyecek. Genç hanıma gelince ona bir zarar gelmeyecek, araba onu sessiz kalacağı bir yere götürecek ve siz o küçük iki yüz bin frangı bana verir vermez size geri verilecek. Bana bir şey yapacak olursanız, Tarla Kuşu’nuza veda edersiniz.”
Tutsak adam bir hece bile söylemedi.
Bir duraklamadan sonra, Thénardier devam etti:
“Gördüğünüz gibi durum çok basit. Zarar verilmesini istemediğiniz sürece, kimseye bir şey olmayacak. Size işlerin nasıl yürüyeceğini söyledim. Hazırlıklı olasınız diye sizi uyarıyorum.”
Durdu. Tutuklu sessizliği bozmadı ve Thénardier devam etti:
“Karım dönüp bana ‘Tarla Kuşu yolda.’ derse sizi serbest bırakacağız ve siz de gidip evde uyumak için özgür olacaksınız. Görüyorsunuz ki niyetimiz kötü değil.”
Marius’ün aklından korkunç görüntüler geçti. Nasıl olurdu bu! Kaçırdıkları o genç kız geri getirilmeyecek miydi? O canavarlardan biri onu bir karanlığa mı götürecekti? Ama nereye? Ya ona bir şey olursa? Kızın, sevdiği kız olduğu açıktı. Marius kalbinin atmayı bıraktığını hissetti. Ne yapacaktı? Tabancayı boşaltmalı mıydı? Bütün o alçakları adaletin ellerine mi teslim edecekti? Ama baltalı korkunç adam, yine de genç kızdan uzakta olacaktı ve Marius, Thénardier’nin kanlı planının önemini anladığı sözleri üzerine düşündü:
“Beni tutuklarsanız yoldaşım, Tarla Kuşu’nun icabına bakar.”
Şimdi eli kolu sadece Binbaşı’nın vasiyetiyle değil; aynı zamanda kendi sevgisi yüzünden, sevdiğinin tehlikede olması yüzünden bağlıymış gibi hissediyordu. Zaten yarım saatten fazla süren bu ürkütücü durum her an çehresini değiştiriyordu. Marius, umut arayarak ve hiçbir şey bulamayarak en yürek parçalayıcı varsayımları art arda gözden geçirecek kadar güçlü bir düşünce fırtınasının içine düşmüştü. Düşüncelerinin kargaşası, mağaranın cenaze sessizliğiyle tezat oluşturuyordu. Bu sessizliğin ortasında merdivenin altındaki kapının açılıp kapandığı duyuldu. Tutuklu sanki kulak kabartmış gibi doğruldu.
Thénardier: “İşte burjuvazi.” dedi.
Thénardier’nin karısı kıpkırmızı, nefes nefese, yanan gözlerle aceleyle odaya daldığında ve aynı anda koca ellerini kalçalarına vururken haykırdığında kelimeleri güçlükle telaffuz etmişti:
“Yanlış adres!”
Onunla giden kabadayı arkasında belirdi ve baltasını yeniden eline aldı. Kadın konuşmaya devam etti:
“Orada kimse yok! Saint-Dominique Sokağı, No. 17, Mösyö Urbain Fabre yok! Onun kim olduğunu bile bilmiyorlar!”
Durdu, boğuldu, sonra devam etti:
“Mösyö Thénardier! O yaşlı adam sizi kandırdı! Siz gerçekten çok sabırlısınız! Ben olsaydım, canavarı en başta dört parçaya bölerdim! Ve eğer yalan söylediyse onu canlı canlı haşlardım! Konuşmak ve kızın nerede olduğunu, paralarını nerede tuttuğunu söylemek zorunda kalacaktır!