omuzlarını kaldırdı ve eşine imalı bir bakış attı: “Fa-bantou sahne ismim.” dedi. “Malum biz sanatçılar kendi adımızı fazla kullanmayız.”
Sonra yine sesini yumuşatarak devam etti: “Ah efendim.” diye başladı. “Şu zavallı sevgili ile çok mutlu olduk. Aslında bizi kurtaran da bu oldu ya. Sevgimiz de olmasa nasıl yaşardık? Güçlü kollarım var ama iş bulamıyorum. Acılar her yandan sardı. Bir ara kızlarıma bir meslek öğretmeye heveslendim. Evet, o çocukları çalıştırmayı göze aldım. Ama bunu bile başaramadım. Karton kutu yapımını öğretmek istemiştim. Fakat bunun için de malzeme gerekti. Üstelik günde sadece seksen santim kazanmak için buna değer mi? O kadarcık parayla kim geçinebilir? Kimse hâlimizi anlamıyordu. Oysa bir zamanlar böyle miydik? Bir zamanlar biz de varlıklıydık. O günlerden elimde kalan tek bir şey var: Eşsiz bir tablo. Aynı zamanda duygusal açıdan benim için vazgeçilmez. Bu paha biçilemez tabloyu, bu gözdemi bile elden çıkarmaya hazırım inanın.”
Jondrette aklına gelenleri böyle karman çorman anlatmayı sürdürürken Marius birden odanın karanlık bir köşesinde o zamana kadar fark etmediği bir adam gördü. Bu adam o kadar sessizce girmişti ki kapının açıldığını bile duymamışlardı. Yeni gelenin üzerinde mor bir fanila ile yamalı bir pantolon vardı. Suratı isten simsiyahtı. Kolları ve ayakları çıplak, boynu kalın, kolları dövmeliydi. Adam usulca şiltelerden birine oturdu. Kadının hemen arkasında durduğundan belirgince seçilemiyordu. Bakışları başka yöne çeviren bu tür bir manyetik içgüdüyle Mösyö Leblanc tıpkı Marius gibi irkilerek bakışlarını hemen adama çevirdi. Jondrette’in gözünden kaçmayan bir şaşkınlık hareketinden kendini alamadı.
“Ah, anlıyorum!” diye haykırdı Jondrette, bir hoşnutluk havasıyla paltosunun düğmelerini ilikleyerek. “Paltoma mı bakıyorsunuz? Bana iyi geldi! Biraz büyük ama yine de oldu!”
“Bu da kim?” diye sordu.
“O mu?” dedi sakince Jondrette. “Bir komşumuz, sorun yok efendim.”
Aslında bu komşunun suratı tekinsizdi fakat çok iyi kalpli bir adam olan ihtiyar, daha fazla uzatmadan ev sahibine döndü:
“Evet Mösyö Fabantou, ne diyordunuz?”
“Evet velinimetim ve yüce efendim, size diyordum ki…” diye karşılık verdi Jondrette dirseğini masaya dayayıp tıpkı yılan gibi bakan sinsi gözleriyle adamı süzerek. “Size, satılık olan tablomdan bahsediyordum.”
Kapıda bir ses oldu. İçeriye ikinci bir adam da girmişti ve Jondrette’nin yanına, yatağın kenarına oturdu. Adam sessizce girmeye çalışmış ama ihtiyar adam onu fark etmişti.
“Sorun yok.” dedi hemen Jondrette, ihtiyar adamı oyalamak için. “Onlar kiracılar, yan odalarda oturan işçi arkadaşlar, arada sırada uğrarlar. Evet ne diyordum, elimde kalan o eşsiz tablodan söz ediyordum. Durun hemen size göstereyim efendim, şuna bir bakın.”
Adam kalktı ve ters hâlde duvara dayadığı panoyu çevirdi. Bu loş aydınlıkta tabloya benziyordu. Jondrette resimle onun arasında dururken Marius bundan hiçbir şey çıkaramadı, sadece kaba bir leke ve yabancı tuvallerin, perde resimlerinin sert kabalığıyla boyanmış bir tür panayır afişine benzetti.
“Bu nedir?” diye sordu ihtiyar adam.
“Bir ustanın resmi, çok değerli bir tablo hayırseverim! İki kızıma ne kadar bağlıysam ona da o kadar bağlıyım, bana hatıraları çağrıştırıyor! Ama size söyledim, elimde tutamayacağım, o kadar zavallıyım ki ondan ayrılmak zorundayım.”
Belki tesadüf belki de tuhaf bir içgüdü diyelim, ihtiyar adam gözlerini odanın karanlık köşesine çevirdi. Orada dört adam daha gördü, içlerinden üçü yatağın üzerine oturmuştu. Hepsinin de kılıkları perişan, kolları çıplak, yüzleri kirden kapkaraydı. Yatağa uzanmış biri gözlerini kapatmış, uyuyor gibi yapıyordu. İçlerinden en ihtiyarıydı bu. Diğeri sakallıydı, ötekilerin de onlardan aşağı kalır yanı bulunmuyordu. Hiçbirinin ayağında ayakkabı yoktu, çorap giymişlerdi, bazıları da yalın ayaktı.
Jondrette, ihtiyarın onlara ilgiyle baktığını fark etti.
“Bunlar komşularım, bizim burada ateş yakıldığını duyup ısınmaya gelmişler. Efendim, bizimkiler gibi fakirhanelerde yardımlaşmak gereklidir; madenlerde çalıştıklarından yüzleri kapkara, siz umursamayın, hepsi de zararsız insanlardır. Hayırseverim siz buna bakın, şu tablomu satın alın. Sizden fazla istemem, siz ne kadar verirsiniz?”
İhtiyar, gözlerini Jondrette’in yüzüne çevirdi. Artık adamdan enikonu şüphelenmeye başlamıştı: “Evet ama bu meyhanelerin kapılarına asılan bir şey, belki yalnızca üç frank eder.”
“Cüzdanınız yanınızda mı? Bunun için bin frank vermeniz beni memnun ederdi.” dedi Jondrette, sevimli bir sesle konuşmaya çalışarak.
İhtiyar yerinden kalktı ve etrafını gözleriyle taradı. Soldaki pencerenin önünde Jondrette vardı. Jondrette, dört yabancıyla kapıyı tutuyordu. Adamlar yerlerinden bile oynamamışlar, sanki konuğu görmemişlerdi. Jondrette, yakınan bir sesle sürdürdü. Konuşurken sesi öyle acıklıydı ki bir ara ihtiyar, adamın yoksulluktan artık tamamen aklını kaçırmış olabileceğini düşündü.
“Eğer benim resmimi satın almazsanız, sevgili hayırseverim…” dedi Jondrette. “Çaresiz kalacağım, kendimi nehre atmaktan başka bir çözüm yolum da olmayacak. İki kızıma orta sınıf kâğıt kutu ticaretini, yeni yıl hediyeleri için kutu yapımını öğretmek istediğimi düşünüyorum da! Ah, ne zavallıyım! Bardakların düşmesini önlemek için ucunda tahta bulunan bir masa gerekli bu eve, bir sobaya da ihtiyacımız var, sonra o karton kutuların yapılabilmesi için farklı yapıştırıcılar, kâğıtlar, kartonu kesmek için makas ve bıçaklar, ayarlamak için bir kalıp, çelikleri çivilemek için bir çekiç, kerpeten; bunların hepsini ben nasıl alabilirim ki? Ve tüm bunlar günde dört santim kazanmak için! Günde on dört saat çalışmak zorundasınız üstüne üstlük! Ve her kutu, işçi kadının elinden on üç kez geçer kontrol amaçlı! Kâğıdın asla ıslak olmaması gerekiyor, üzerinde de tek bir leke dahi olmamalı. Yapışkanın düzgün sürülmesi için içerisinin sıcak olması lazım. Lanet olsun! Bütün bunları yapabilmek için para gerekiyor ve karşılığında sadece seksen santim alıyorsunuz. Bu parayla bir adam evini nasıl geçindirir?” Jondrette konuşurken kendisini gözlemleyen ihtiyar adama bakmıyordu bile. Mösyö Leblanc’ın gözü onun üzerinde, Jondrette’in gözü ise kapıdaydı. Marius, büyük bir dikkatle adamları izliyordu. İhtiyar adam, “Bu adam bir aptal mı?” diye geçirdi içinden.
Jondrette, sızlanma ve yalvarma düzeninin her türlü farklı tonlamasıyla iki ya da üç kez tekrarladı: “Bana kendimi nehre atmaktan başka bir şey kalmadı! Geçen gün bu amaçla Austerlitz Köprüsü’nün yanından nehre doğru üç basamak indim.”
Birden donuk gözleri korkunç bir parıltıyla aydınlandı, küçük adam kendisini topladı ve korkunç bir görünümle ihtiyar adamın üzerine yürüyerek gök gürültüsüne benzer bir sesle bağırdı: “Bunun konuyla alakası yok ama! Siz, beni tanıdınız mı?”
XX
Tuzak
Evin kapısı tekrar açıldı, mavi önlüklü ve yüzleri maskeli üç erkek daha içeri girdi. Siyah kâğıttan maskeler vardı yüzlerinde. Bunlardan biri zayıftı, elinde ucu demirli bir sopa tutuyordu; ikincisi iri yarı bir adamdı, o da sağ elinde demirden bir topuz tutuyordu; üçüncü adam ise ilki kadar zayıf olmasa da iri yarı, kasap gibi görünen adama nazaran daha zayıftı. O da elinde bir zindan kapısından alınma, büyük bir demir çubuk sallıyordu.
Görünüşe