ne durumda?”
“Harika.”
“Sipariş ettiğim yerde mi bekliyor?”
“Evet.”
“İyi.” dedi Jondrette.
Mösyö Leblanc bir anda bembeyaz kesilmişti. Etrafına dikkatle bakmasına rağmen yine de korkmuş birine benzemiyordu. Durumu gözlemlediğinde sağlam bir tuzağın içine düşmüş olduğunu anlamış, masanın arkasına geçmişti. Az önce kendi hâlinde, hayırsever bir ihtiyar olan adam; bir anda sanki bir atlet gibi atik davranarak gardını almıştı. Sandalyesinin tahtasına elini gözdağı veren bir şekilde dayadı. Marius, böyle bir tehlike karşısında kılını oynatmayan bu yürekli ve güçlü ihtiyara tam anlamıyla büyük bir hayranlık duydu. Aslında sevdiğimiz kızın babası bizim için asla bir yabancı sayılmaz, öyle değil mi? Marius bu adamla bir taraftan da gurur duyduğunu hissediyordu. Jondrette’in maden işçileri diye tanıştırdığı üç adam köşedeki hırdavatlara eğilmiş, bir şeyler arıyordu. Biri eline bir kerpeten aldı, diğeri keser, üçüncüsü de bir kıskaç. Tek kelime etmeden kapıyı tuttular. Yatakta uyuklayan ihtiyar adam kısa bir süreliğine gözlerini açmış, Madam Jondrette ise sinerek onun yanına oturmuştu. Marius artık birkaç saniye sonra harekete geçme vaktinin geleceğini düşünüp sağ elini o deliğe doğru yükseltti, ateş etmeye hazır vaziyette beklemeye koyuldu. Jondrette yeni gelenle fısıldaşmasından sonra ziyaretçiye döndü ve iğrenç gülüşüyle sorusunu yineledi:
“Demek beni tanımadınız, öyle mi?”
Mösyö Leblanc öfkeli gözlerle doğrudan ona bakarak cevap verdi: “Hayır.”
O zaman Jondrette masaya yaklaştı, mumun üstüne eğilip o korkunç yüzünü ihtiyarın sakin yüzüne yaklaştırdı ve ısırmaya hazır bir yabani hayvan gibi şöyle bağırdı: “Adım Fabantou değil, Jondrette de gerçek adım değil. Benim adım Thénardier. Montfermeil’deki hanın sahibi. Anlıyor musun beni? Thénardier! Şimdi beni tanıdın mı?”
İhtiyar adamın alnından neredeyse belli belirsiz bir kızıllık geçti ve ne titreyen ne de normal seviyesinin üzerine çıkmayan bir sesle, alışılmış sakinliğiyle cevap verdi: “Hayır, öncesinden daha fazla tanımıyorum.”
Marius onun sözlerini duymadı. Onu o anda gören, ne kadar etkilendiğini anlardı. Genç adam bir anda yıkılmıştı. Jondrette, isminin Thénardier olduğunu söylediğinde Marius titremeye başlamış ve düşmemek için duvara dayanmıştı. O anda sanki gövdesinin bir kılıçla yarılmış gibi olduğunu hissetti. Daha sonra ateş açmaya hazır olan sağ kolunu yavaşça indirdi. Jondrette’in “Thénardier!” diye yinelemesinden sonra perişan olan Marius, az daha elindeki tabancayı düşürecekti. İhtiyar adamın tanımadığını söylediği Thénardier adını, Marius çok iyi tanıyordu. Bu isim babasının ona vasiyet olarak yazmış olduğu, bunca zamandır kendisi açısından kutsal kabul ettiği, o yazıyı günlerce yüreğinin üzerinde taşıdığı, çok önemli birisine aitti. Babasının son sözleri aklına geldi: “Thénardier isimli biri hayatımı kurtardı, oğlum onu bulsun ve ona elinden gelen iyiliği etsin.” Uzun zaman aradığı Montfermeil’deki o hancıyı nihayet bulmuştu. Ne yazık ki babasının kurtarıcısı bir yol kesiciden başka biri değildi. Marius’ün yıllarca aradığı, yardım etmek için uğraştığı adam; sadece bir hırsız değil, canavar ruhlu bir adamdı. Genç adam bu adamın şimdi bir cinayet planladığından kesinlikle emindi ve kaderinin ona oynadığı bu oyuna artık anlam veremiyordu. Babası ondan bu adama yardım etmesini istemişti. Oysaki zavallı Marius de dört yıldır bu borcu ödeyebilmek için sürekli olarak adamı aramıştı. Binbaşı Pontmercy’nin kurtarıcısı olan bu adam, işte bu son noktadaydı. Şimdi korkunç bir hazırlık içerisindeydi! Ve kime karşı, Ulu Tanrı’m! Ne ölüm! Kaderin ne acı bir darbesiydi bu böyle! Babası, tabutunun derinliklerinden ona bu Thénardier için elinden gelen tüm iyiliği yapmasını emretmişti ve Marius, dört yıl boyunca babasının bu borcunu ödemekten başka bir düşünceye kapılmamıştı; o sırada suç eyleminde olan bir haydudu adalete teslim etmek, yakalatmak üzereyken kader ona alaycı bir sesle, “Bu Thénardier!” diye bağırıyordu şimdi. Waterloo’da, mermiler arasında babasını sırtlayıp kurtaran bu adama Marius, tam borcunu ödeyeceği sırada onun ipe layık biri olduğunu öğreniyordu. Babasının borcunu böyle mi kapatacaktı? Marius allak bullak olmuş, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Korkunç düşüncelerle boğuşuyordu. Marius bu haksızlığa nasıl alet olabilir, nasıl sessiz kalabilirdi? Bununla birlikte hancıyı polise teslim etmekle babasının anısına saygısızlık yapacağını düşünüyordu. Marius yaşadığı karmaşadan titremeye başladı, bir karar vermek zorundaydı. Ya sevdiği “Ursule’ünün” babasını kurtaracak ya da kendi babasına verdiği sözü tutarak minnet borcunu ödeyecekti. Elindeki silahı ateşleyecek olsa ihtiyar adam kurtulmuş olacak ancak Thénardier’nin hayatı kararacaktı. Ateş açmasa zavallı ihtiyar adamın başına neler gelebileceğini kestiremiyordu. Bir an evvel bir karar vermesi gerekiyordu ve hiç zamanı kalmamıştı. Bu arada Thénardier ziyaretçinin önünde dolanıp durmaya başlamıştı. Mumu kaptı, öyle hızla şöminenin üstüne bıraktı ki neredeyse fitil sönecekti. Daha sonra korkunç bir ifadeyle ihtiyara döndü ve tısladı:
“Oh, neyse ki sizi buldum iyiliksever efendim.” dedi Thénardier ve yine dolanıp durmaya devam etti. Öfkeden sesi korkunç çıkıyordu. “Siz Mösyö, eski püskü milyoner! Mösyö oyuncak bebek veren! Ah! Demek beni tanımıyorsun? Hayır; sekiz yıl önce 1823 Noel arifesinde Montfermeil’e, hanıma gelen sen değildin öyle mi? Fantine’in çocuğunu benden alan sen değildin? Tarla Kuşu’nu? Sarı paltolu sen değildin! Hayır! Bu sabah buraya geldiğin gibi elinde bir paket de yoktu değil mi? Söyle karıcığım, evlere paketler hâlinde yün çorap taşımak onun alışkanlığı olmuş herhâlde! Yoksa siz bir çamaşırcı mısınız milyoner efendim? Yoksullara dükkânda satılmayan malları veriyorsunuz. Demek beni tanımadınız, ne iş ama! Evet lakin ben sizi çok iyi tanıdım. Hanlara yoksul kılıklarla gelip insanı kandırmanın, eli açık davranarak kişilerin ekmek paralarını çekip almanın ne demek olduğunu size gösteririm. İnsanı mahvettikten sonra ona büyük gelen bir ceketle iki battaniye verip paçayı kurtardım sanıyorsun, seni hain çocuk kaçırıcısı seni!” Bir ara kendi kendine konuştu, kinini dağıtmak ister gibi homurdandı, sonra hıncını masadan alır gibi yumruklar indirdi ve: “Hele bir hâline bakın şunun!” dedi. Sonra yine öfkeyle konuşmasını sürdürdü:
“Geçmişte benimle oyun oynadın sen! Tüm talihsizliklerimin sebebi sensin! Bin beş yüz franga, benim sahip olduğum ve kesinlikle zengin insanlara ait olan, şimdiden çok para kazandıran ve hayatım boyunca yaşayabilecek kadar para almış olabileceğim bir kızı aldın elimden! O iğrenç handa kaybettiğim her şeyi telafi edecek bir kızdı, orada sürekli tartışma dışında hiçbir şey yoktu ve bir aptal gibi son paramı da yedim! Ah! Keşke evimde içilen tüm şaraplar, içenlere zehir olsaydı! Kusura bakma, şimdi hesaplaşma zamanı! O zamanlar kesinlikle benimle dalga geçtin, değil mi? Ormanda sopan vardı. Sen daha güçlüydün. Ama intikam zamanı diye bir şey var. Bugün kozları elinde tutan benim! İşin bitti dostum! Şimdi gülebiliyorum! Gerçekten, gülüyorum! Nasıl tuzağa düşürdüm seni? Ona bir aktör olduğumu, adımın Fabantou olduğunu, Matmazel Mars ve Matmazel Muche ile komedi oynadığımı, ev sahibimin yarın, 4 Şubat’ta ödeme almakta ısrar ettiğini ve paramın olmadığını söyledim; o da söylediklerimin hepsini yuttu! Aptal, aptal! Ve bana getirdiği dört sefil altınla yardım edeceğini sandı! Alçak! Yüz frangı bile verecek yüreğin yok! Ah, bir de o basmakalıp sözlerimi nasıl yuttu! Bu beni gerçekten çok eğlendirdi. Kendi kendime dedim ki: ‘Aptal! Gel, seni yakaladım! Bu sabah ayaklarını yalıyorum ama akşam kalbini kemireceğim!’ ”
İhtiyar adam onu sonuna kadar dinledi ama sustuğunda şöyle dedi: “Ne demek istediğinizi