Мемдух Шевкет Эсендал

Mendil Altında


Скачать книгу

Tevfik!”

      Döndü:

      “Ne var?” dedi.

      “Seni istiyorlar.”

      “Kim istiyor?”

      Kahveye girdi, İzzet Bey istiyormuş. Az çok geliri olan bir hanım almış, çoluğu çocuğu olmamış, karısının parasını yer oturur, dünyanın alayında, kurnaz, kendinden başka kimseyi düşünmez bir adam; Tevfik Efendi’nin kapı karşı komşusu. Akşamüstü kahvede yalnız kalmış, kendine konuşacak birini arıyor. Tevfik Efendi’yi görünce:

      “Nereye gidiyordun?” diye sordu.

      “Hiç, eve gidiyorum…”

      “Daha erken, otur. Beraber gideriz.”

      Tevfik Efendi oturmak istemedi. Ayakta sallandı. “Gideyim.” diyecekti, İzzet Bey onu alıkoymak için ağır tavırla, yavaş bir sesle:

      “Tevfik.” dedi. “Seni bu gece rüyada gördüm… Allah hayırlara tebdil etsin.”

      Tevfik sarardı:

      “Nasıl?” dedi.

      “Seni rüyada gördüm diyorum.”

      Tevfik Efendi elinde tenekelerle peykenin kenarına ilişti.

      “Nasıl gördün? Pek fena mı?” diye sordu.

      “Neden fena olsun, fena da olsa hayra yormalı.”

      Kahvecinin çırağına seslenerek:

      “Abdullah bir ateş ver!”

      Tevfik Efendi tırnağını ne gün kestiğini düşündü. “Yanılıp da ters bir günde kesmiş olmayayım?” Kendince uğursuz saydığı işlerden birini işlemiş olmasından korktu. Fena… İçi sıkıldı. Cebinden posta odasının anahtarını çıkardı, baktı.

      “Bir kahve de sana ısmarlayayım!”

      “İçmem… Sen beni pek fena mı gördün?”

      İzzet Bey, yan gözle Tevfik Efendi’nin yüzüne bakarak:

      “İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya.” dedi. “Kaynanan seni her akşam caminin keneflerine38 düşmüş görüyor da ‘Oğlum zengin olacak!’ diye bana tabir ettiriyor… Ne zengin olduğun var ne bir şey!”

      Tevfik hiç cevap vermedi. “Acaba posta odasının kapısını iyice kapadım mı?” diye düşündü, korkmaya başladı. “Neden Abidin anahtarları bana bırakıyor?” diye kızdı. “Kendi işine kendi baksın! Yarın anahtarı geri vereyim, başıma bir felaket gelirse bu postadan gelecek… Gidip posta odasını bir daha yoklamalı.”

      “Abdullah, bu tenekeler burada dursun, ben şimdi gelirim.” dedi, kahveden fırladı.

      “Nereye gidiyorsun? Gel bak ne diyeceğim…” diye İzzet Bey, arkasından seslendi ise de aldırmadı.

      “Şimdi gelirim.” dedi, gitti.

      Posta odasının kapısı kapalı, yokladı, sarstı, kapalı. Açıp açmamakta tereddüt etti. Ya birisi cıgara attı ise… Kapıyı açtı. Her şey yerli yerinde, ne duman var ne de kâğıt kokusu. Yerlere, tahta aralıklarına, dolapların altına bakıyordu. Sanki bir taraftan bir ateş çıkacakmış gibi bekliyor, odayı bırakıp gidemiyordu.

      Muhabere Memuru Hakkı, kapıdan başını uzattı:

      “Sen demin gitmedin miydi?” diye sordu.

      “Gittimdi ya gene geldim.”

      “Ne o, bir şey mi kaybettin?”

      “Yook, bir şey kaybetmedim.”

      “E, ne bakınıp duruyorsun?”

      “Hiç, bir ateş filan olmasın diye bakıyorum.”

      Hakkı ateşi işitince içeri girdi:

      “Yoksa bir cıgara filan mı düşürdün? Vallaa hepimiz yanarız… Burası zaten çıra gibi…”

      Hakkı da aranmaya başladı.

      “Nereye düşürdün?” diye sordu.

      “Ben bir şey düşürmedim. Ama olur ya belki biri düşürmüştür diye bakıyorum.”

      Hakkı’nın gelişi ona kuvvet oldu. Eğer Hakkı gelmeseydi odayı güç bırakıp çıkardı.

      “Haydi gidelim, bir şey yok!”

      Çıktılar. Kapıyı kilitlerken Tevfik: “İzzet Bey beni rüyasında görmüş.” diyecekti, alay ederler diye korktu, sesini çıkarmadı. Kahveye döndü. İzzet Bey gitmiş.

      “Nerede İzzet Bey?” diye sordu.

      Abdullah:

      “Bilmem, galiba eve gitti.” dedi.

      Tenekeleri alıp o da evin yolunu tuttu. “Sabahtan beri zaten içimde bir sıkıntı var, İzzet Bey’in rüyası da boşuna değildir.” diye düşünüyor, kendisi için sanki bir uğursuzluk hazırlandığını sanıyordu.

      Eve girdi. Karısı Tevfik’ten daha kuruntulu, hırçınlıktan kurumuş bir kadın. Bu haberi duyarsa sabaha kadar uyuyamaz. İzzet Bey’in rüyasını karısına, kaynanasına söylemedi.

      “Nen var, niçin böyle küskün duruyorsun?” dediler.

      “Hiç.” dedi. “Başımda bir sangılık39 var!”

      Yaz gecesi sıcak, uyku uyunmuyor. Buna kuruntu da karıştı. Tevfik Efendi yatakta dönemez. Sağ yanına yatıp uyumalıdır. Yoksa ertesi gün başına bir felaket gelir. Kafasında hep İzzet Bey’in rüyası, biraz dalıyor; uyku ile uyanıklık arasında hep onu düşünüyor, İzzet Bey’i görüyor, uyanıyor, yeniden dalıyor. Bu sıkıntı içinde yarı geceyi geçirdi. Yarı geceden sonra da yağmur yağmaya başladı, her yeri tatlı bir serinlik kapladı. O serinlik içinde Tevfik dalmış. Uyandığı vakit güneş çoktan doğmuştu.

      Kalktı, don gömlekle bahçeye çıktı. Karısı ile kaynanası çoktan kalkmışlar, bahçede pekmez kaynatıyorlar, Tevfik’i görünce karısı uzaktan gülümsedi. Kaynanası:

      “Ay canım oğlum.” dedi. “Gel biraz yardım et de tavayı düzelteyim. Biz bu ocağı denk yapamadık.”

      Karısı düz bir taş buldu, getirdi. Tevfik Efendi’nin içi sıkılıyor… Gönülsüz yaklaştı. Tavada kara pekmez kaynıyor, sarı köpükler veriyor, hafif bir duman çıkarıyordu. Biraz kaldırmak için tavanın kulpuna bir odun geçirdiler. Kaynanası bir yandan tuttu, bir yandan da Tevfik, karısı da ocağın taşlarını düzeltiyor.

      “Yok onu değil, bunu, bunu. Hah, it bu yana. Sen kaldır, çek çek…”

      Kaynanası ile Tevfik Efendi, ikisi de kumanda verirlerken nasıl oldu ise tava eğrildi, kaynar pekmez Tevfik’in ayaklarına döküldü. Hepsi şaşırdılar. Tavayı bir yana bırakıp telaşa başladılar. Tevfik Efendi duvarın dibine çöküverdi.

      Pekmezi ayaklarından silecek oldular, derileri beraber kalkacak! Su döktüler, çamur sıvadılar, komşulara seslenip ilaç sordular, herkes ayrı bir şey söyledi. Petrol sürdüler, pamuk sardılar. Tevfik Efendi bir taşın üstüne oturmuş hem can acısı çekiyor hem de içinden gizli gizli seviniyordu. İzzet Bey’in rüyası bununla geçmiş oldu. Demek başına gelecek felaket bu imiş.

      Birkaç saat sonra Tevfik’in acıları biraz savuşmuş, sundurmada bacaklarını uzatmış oturuyor, dinleniyordu. Karısı ona kahve getirdi. Kadın acıyarak kocasının yüzüne baktı, o da karısına baktı, güldü.

      “Ben sana söylemedim.” dedi. “Dün gece İzzet Bey beni