sefer çocuk ne cevap vereceğini bilmeyerek:
“Efendim?” dedi.
“Bunlar diyorum. Bu saydığın şeyler nedir?”
“Nedir, kim bilir?” demek ister gibi çocuk dudaklarını büktü.
“Bunları siz okuyor musunuz?”
Çocuk başı ile “Evet.” der gibi işaret etti.
“Bunlar kıraat mı?”
“Evet… Okumak işte…”
“Nasıl okumak?”
Çocuk durdu. Sonra Doktor’a bakarak:
“Okuyayım mı?” diye sordu.
“Oku ya!”
Çocuk, anlamadığı bir sorgu sualden sonra, işin tabii yoluna girdiğine sevinmiş gibi hemen koltuktan atladı, Doktor’a dönüp ayaklarını açarak, kollarını uzatarak, sesini titreterek, yalnız bu sefer keskin asker sesiyle değil hatip, şair, aktör sesiyle söylemeye başladı.
İman benim, demir senin dedi. Ah… Hudutta gene boru çalıyor, ölüm borusu! Hayır hayır, hücum borusu… Hücum borusu. Sus ey menhus19 düşman, ey menhus baykuş, bende iman var, bende iman var. Ben Türk yavrusuyum ölemem! Benim beynim bir volkandır. Benim başımda ilim irfan nuru, din nuru, iman nuru parlıyor. İlim ve irfan! Ah, ey ilim koş! (pek fazla bağırarak) Kooş! (sesini alçaltarak) Zira önümüz yokuş!..
Alt tarafını hatırlayamamış gibi biraz durduktan sonra yeniden başladı.
Kimdir şu viranede ağlayan? Şu viranede ağlayan kimdir? Hangi öksüz, hangi yetimdir? Hayır, hayır hakan ağlıyor, kaan ağlıyor… Ağlama hakanım, ben geliyorum. Seni ağlar görünce damarlarım koptu, kalbim çatladı hakanım! Bak, senin önünde, senin eşiğinde dize geldim… Ah, ey menhus düşman! Artık karşımdan çekil, durma git, yıkıl! Sen de ey baykuş sus… Sizde demir varsa bende de iman var. Ateş olsan toprak olur seni yutarım. Demir olsan ateş olur seni eritir, yakarım… İşte geliyorum! Nedir o? Top patlıyor (güler). Evet… Hücum hazırlanıyor. Lakin, ah lakin, beni görmüyor musun? Öyle ise al, al hain, o sendeki demirse bu da imandır! (Çocuk odanın köşesinde hücum eder, sanki vurulur, düşer, oyun da biter.)
Çocuk yorgun, eski oturduğu koltuğa tırmandı. Yorulmuştu, soluyordu. Doktor da geniş bir nefes aldı.
“Bunları sana, baban mı okutuyor?” diye sordu.
Çocuk soluyarak:
“Şimdi değil.” dedi. “Eskiden okuturdu.”
“Şimdi okutmuyor mu?”
“Şimdi işi çok, geç geliyor.”
“Haaa, eh… İsabet!..”
“Almanya’ya gitti.”
“Kim? Baban mı? Ya!”
“Bize mürebbiye getirecek.”
“Âlâ!”
“Ama annem Alamanca öğrenemez ki.”
“Neden?”
“Öğrenemez. Zaten annem hanım olmak istemiyor ki! Onun gözü hizmetçilikte…”
“Çok şey!”
“Mürebbiyeden belki biraz fason20 öğrenir.”
“Nasıl fason?”
Çocuk nasıl fason olduğunu bilmiyordu. Sustu, Doktor da sözünü tekrar etmedi. İkisi de düşündüler, kaldılar. Böyle bir zaman geçtikten sonra dışarıdan kadın sesleri duyuldu, biraz sonra da oda kapısı açıldı, Doktor’un hanımı: “Bakın, Nadir Hanım sizinle bayramlaşmaya geliyor.” diyerek girdi arkasından Nadir Hanım, kızı, beslemesi girdiler.
Yerden temennalar,21 iltifatlar… O aralık besleme kız da Doktor’un eteğini öptü ise de yan tarafa geldiğinden Doktor göremedi. Hepsi oturdular. Hatır soruldu.
Nadir Hanım, başında tülbent, başörtüsü, yüzü biraz çokça pudralı, saçları biraz kabartılmış, tepesine topuz yapılmış, esmer, kara kuru bir hanım. Hemen hiç değişmemiş, Doktor görünce tanıdı.
Kızı, on üç-on dört yaşlarında, anasına benzer, şımarık bir kız, anasının yanına oturmuş, sanki kendini saklamıştı.
Lakırtısı bol bir hanım olduğu, Nadir Hanım’ın yüzünden belli. Yalnız söze başlamak yeter. Son zamanlarda, Yusuf Efendi: “Adi sözler konuşuyorsun!” diye biçareye ağız açtırmıyordu. O da acısını, kocasının bulunmadığı yerlerde çıkarıyor.
Doktor söze başlamış olmak için, yeniden keyif sordu.
“Nasıl efendim, iyisiniz ya?”
Nadir Hanım:
“Rabbime bin şükür, Doktor Bey!” dedi. “Hamdolsun bir kederimiz yok. Bugün on beş gün oluyor, Yusuf Efendi gitti. Bir haber alamadık. Onu biraz merak ediyorum. Giderken de üstünüze afiyet, nezle olmuştu. Gitti, ne bir tel çekti ne de mektup yazdı. Yazı bilenlerin de hepsi böyle oluyorlar. Ne hikmettir bilmem! Ben yazı bilsem, her gün mektup yazardım. Doğrusu Doktor Bey, kimseler kocasının mesnedi22 arttığını istemesin. O Yusuf gitti, yerine başka biri geldi! Evde yüzünü görmek nasip olmuyor. Sırfen23 değişti. Diyorum ya keşke memuriyeti daha ufak olaydı da, evine de hayrı olaydı.”
Doktor gülerek:
“Canım efendim, canı sağ olsun da!” dedi.
“Amenna! Her işin başı sağlık ama böyle giderse Allah hemen sonunu hayırlara tebdil etsin… Ben kendim için değil, bana sorsan kendisine güvenen borazancıbaşı olur. Benim derdim, bunlar.”
Nadir Hanım, çocuklarını gösterdi. Doktor gene gülerek: “Nadir Hanım.” dedi. “Maşallah çocukları büyüttün!” Kız, büsbütün anasının arkasına saklandı. Anası kızına:
“Doğru otursana! Ayıp değil mi?” diye bir kumanda verdikten sonra, Doktor’a dönerek:
“Şükür yetiştirene Doktor Bey!” dedi. “Bunun boyu, benim boyumu geçiyor. ‘Bundan sonra soran olursa, hemşiremdir.’ diyeceğim, diyorum da bana kızıyor.”
Kız, anasına kızdığını gösterecek surette homurdandı.
“Baksanıza, işte böyle söylenir. Onlar büyüdüler ama Doktor Bey, biz küçüldük. Diyorum ya Rabb’im bize rahat kısmet etmemiş. Bu yaşta bakın ne hâle girdim…”
Doktor gözlüğünü düzeltti, kaşlarını kaldırdı. Nadir Hanım’ı tetkik edecek, teselli için birkaç söz söyleyecekti, Doktor’un hanımı vakit bırakmadı.
“İlahi Nadir Hanım.” dedi. “Daha dur bakalım. Önde biz varız…”
“Aa, hiç öyle değil, inan olsun, ben sizi değme tazelere değişmem…”
“Siz seversiniz de öyle geliyor. Hiç insan kendini bilmez mi?”
İki kadın uzun uzun birbirini methettiler, teselli ettiler. Doktor da yalan söylemekten kurtulduğuna sevindi.
Hanımların karşılıklı birbirini methetmeleri uzadı, sonunda Nadir Hanım’ın, çocuklarını ne mihnetler ve eziyetlerle büyütebilmiş olduğu hikâyesine karıştı. Ne uykusuz geceler geçmiş, kaynanasından ne sözler ne tekdirler24 işitmiş… Emzikli iken korkup sütü mü kaçmamış, üstelik bir de boğazı yara