Şevki ekmek öpüp çocukları üzerine yemin ettikçe onun içine baygınlıklar çöküyordu.
Bir aralık savuşmak istedi ama sarhoş bırakıyor mu? Avni Efendi’nin kaçacağını anladıkça daha çok asılıyor.
“Ayağınızın türabıyım, çakeriniz7 efendimizi dünyada bırakmam…”
“Ancak sıkıldım erenler, bayılacağım…”
“Benim efendimize karşı olan kusurlarımı affetmezseniz, ben kimsenin yüzüne bakamam… Çakeriniz Şevki bendeniz. Sabık Liman Çavuşu. Bandırma’da efendimizin hizmetine yetiştim. Âciz…”
Avni Hurufi Efendi kurtulmak istedi, çok çalıştı. “Kabahatin yoktur.” dedi, “Affettim!” dedi, “Kusur bendedir.” dedi, iyi söyledi, kötü söyledi, sözün kısası ne dedi ise olmadı. Kendisini kurtarmaları için ev sahiplerine seslenecek, işaret edecek oldu; onlar kendi havalarında, hizmet ediyorlar, gözleri dünyayı görmüyor.
Şişman adam, yaşlı adam köşeye sıkışmış, bir yanında masalar, bir yanında Şevki, biraz da içmiş, yerinden fırlayıp kalkacak hâlde değil. Bütün kanı başına çıktı, üstüne bir fenalık gelir gibiydi. Son kuvvetiyle.
“Ya Ali!” diye bağırdı. Birdenbire ortalığa bir sessizlik çöktü, ev sahipleri koştular.
“Ne var, ne oldu?” diye sordular.
Avni Hurufi Efendi:
“Aman erenler!” dedi. “ ‘Kusurun yoktur.’ diyorum, ‘Vardır.’ diyor; ‘Pek güzel, vardır.’ diyorum, ‘Yoktur.’ diyor. Kalkacak oluyorum, salıvermiyor. Bayılacağım erenler, imanınız aşkına beni kurtarın!”
Şevki’yi hemen aşırdılar. Avni Hurufi Efendi’yi boş bir odaya götürdüler, pencereleri açtılar; en hamarat, en becerikli komşulardan Saraç İbrahim Efendi’yi yanına bıraktılar.
Avni Hurufi Efendi, açık pencerenin önünde mindere uzanmış, başını dinlemek istiyor, gecenin serinliği ona hoş geliyordu.
Saraç İbrahim minderin yanına oturmuş, konuşuyor:
“Ben.” diyor. “Akşamdan beri onu kolluyordum. Bilirim sarhoşluğu suludur. Ben içmem ama içenleri benden sor. Nasılsa gözümden kaçmış. Hay Mektupçu Bey hay! Demek sizi sıktı ha!”
“Sıktı da lakırtı mı erenler! Boğulacaktım.”
“Ya öyledir! Bilirim, bir defa rakı adamın beynine vurdu mu, çekiver kuyruğunu. Ben içmem ama sarhoşluk nedir bilirim. Nasıl da gözümden kaçmış! Fena oğlan değildir, değildir ya yalnız bu sarhoşluğu var. İçti mi, sulanır. Hay Mektupçu Bey, hay! Desene bayıltacaktı… Bayıltır, bilirim. Ben akşamdan beri onu kolluyordum ya gözümden kaçmış.”
Saraç İbrahim Efendi, oda kapısından bir delikanlıya seslendi:
“Nizamettin!” dedi. “Karşıki odaya baktın mı? Rakı isterlerse anahtar Hacı’dadır. Ben burada Mektupçu Bey’in yanındayım. Haydi oğlum göreyim seni! Komşu hatırıdır.”
Avni Hurufi Efendi, bu sefer de Saraç’tan kurtulmak için olmalı:
“İbrahim Efendi.” dedi. “Senin işin vardır erenler, bak işine. Ben burada biraz hava alıp sonra eve giderim.”
İbrahim Efendi razı olmadı.
“Yok, yok.” dedi. “Akşamdan beri ben koştum, biraz da onlar yorulsunlar. O değil, ben şu Şevki’yi düşünüyorum, nasıl da gözümden kaçtı! Sarhoşları sen benden sor. Yalnız Şevki’yi değil, kimi istersen. Ben Şevki’nin bu gece bir halt edeceğini biliyordum ya! Nasılsa gözümden kaçtı. Herif, seni bayıltacaktı desene.”
“Bayıltacaktı, erenler.”
“Bayıltır, bilirim. O, öyledir. Onun için ben de onu kolluyordum ya! Nasılsa gene bir aralık bulmuş.”
Avni Efendi kendini yorgun duyuyor, dinlenmek istiyordu. Eve gitmeyi düşündü “Olmaz.” dediler. Gene mindere uzandı. İbrahim Efendi anlatıyor:
“Sen sarhoş dedin mi, bana sor. Kim sulanır, kim kusar, kim uyur, hepsini bilirim. Bu Şevki’yi de hep bu gece kolluyordum ya. Neden mi dersen, tabiatını bilirim. Sulanır. En nihayet dediğim de çıktı.”
İbrahim Efendi’yi dışarıdan çağırdılar, gitti. Gene geldi. Avni Efendi başını köşe yastığına dayamış, gözlerini kapamış, uyuyor gibi duruyordu. İbrahim Efendi gene söze başladı:
“Ya!” dedi. “İnsan ne kadar gözetlese gene oluyor. Sarhoşluk hâli ayık adama hiç benzemez. Ben içmem ama sen sarhoşluktan ne istersen bana sor. Sana cevabını vereyim.”
Bir aralık bağırmak ister gibi Avni Hurufi Efendi ağzını açtı, gene kapadı. Saraç İbrahim farkında değil, söylüyor, onu dinliyor sanıyordu.
Avni Hurufi Efendi’yi kendinden geçmiş buldular. Evine bir yorgan içinde götürdüler. Sağ yanına inme inmiş. Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi. Bir hafta sonra kalıbı dinlendirdi.8
EL MALININ TASASI
Yazın tatlı ılık günlerinden bir cuma günü sabahı, İstanbul’da, Boğaziçi iskelesinden birinde, Hurşit Efendi’nin kahvesi önündeki set üstünde, yıllanmış iki çınarın altında oturulur, kahve içilir, konuşulur; sabah postalarından çıkanlar, İstanbul’a inenler gözden geçirilir; kimlere misafir geldiği bilinir, tanınmadık biri gelse soruşturulur.
Kayıkçı Hasan’ın oğlu Cemal, olta balığı getirmiştir, İbrahim Paşaların damadı Binbaşı Şevki Bey’e ki köyün ileri gelenlerindendir; gösterir.
“Gene mi papel? Eve et yolladık, oğlum, hadi götür bakalım!”
Döner. Hasip Efendilerin Mahir Bey seslenir:
“Cemal! Daha varsa, ben de alırım.” der.
Şevki Bey de Cemal’e:
“Mahir Beylere bırak!” der.
“Yok Şevki Bey, valla olmaz! Ben başka varsa dedim.”
“Canım, teklif mi var?”
Balıklar, Mahir Beylere gider.
Tanınmış tavla oyuncuları vardır, oynarlar, şakalaşırlar, seyredilir, oyuna da karışılır.
Komşu beylerden ikisi, setin bir ucuna çekilmişler, tanıdıklarından bir tekke şeyhinin küçük kızının bir baytara9 nişanlı iken bir mektep çocuğu ile sevişip ona varmaya kalkıştığından tutturmuş, dedikodu ediyorlar; kızı, babasını, kardeşlerini çekiştirip duruyorlardı.
Kahve içinde, mahalle delikanlılarından ikisi, Bostancıların Nedim ile Tarakçıların Raşit, otuz yıldır şu karşıki köşede kömürcülük eden ve yazdan kayıklardan kömürü ucuz alıp kışın köyün yoksullarına taşı ile tozu ile pahalı satacağım, para kazanacağım diye uğraşıp topladığı beş-on parayı da veresiye kaptırarak bir boğaz tokluğuna çalışmış olan Arapkirli Hasan’ı, hiç kâğıt oyunu oynamazken birkaç aydır altmışaltıya10 alıştırmışlar, sıra ile yenip duruyorlar, üstelik:
“Git, kömürlere iki teneke su daha at! Bu parti de gitti… Sen artık bizim arpalığımız oldun! Tayıncı oldun…” diye kızdırıyorlardı.
Suyolcu’nun Aziz derler birisi, iki evinden birini her yıl olduğu gibi kiraya vermiş; kiracısı da hastalanmış, iki aydır yatıyor, kirayı