Мемдух Шевкет Эсендал

Mendil Altında


Скачать книгу

sırası bırakmaz. Başını kaldırıp gemiye baktı. Başkaları da baktılar. Belki de beğendiler. Gemi güzel.

      Orada, Şevki Bey’in yanında oturan Kayserili Hacı Bey, bu bakışları ve beğenişleri çekemedi, kıskandı.

      Bu adam, eskiden alay kâtibi imiş. Şimdi hazır yiyicidir. Dükkânlarının, fırınlarının geliri ile geçinir. Biraz da faizcilik eder. Bu son yıllar içinde köyde açılan İtilaf11 şubesine de reis olmuştu. Romanya gemilerini kıskanır, şunun için ki o Hidiv Şirketi gemilerini seviyor, bunu da orada oturanların hepsi bilirler. Arif gibi bir adamla çene yarışına girmek istememekle beraber, susup oturamazdı. Şevki Bey’e dedi ki:

      “İşittiniz mi? Bu gemileri satıyorlarmış!”

      “Yaaa! Niçin?”

      “Satıyorlarmış işte…”

      Gözleri tavlada olan Arif, bu sözleri bekliyormuş gibi hemen karşıladı:

      “Yok, sokağa atıyorlarmış.” dedi. “Hacı Bey gene Hidiv gemilerini anlatacak!”

      “Anlatsam ne olur? Sen her gün bunları anlatıyorsun ya!”

      “Anlatıyorum ama bu benim merakım. Bak, kime istersen sor. Ben küçükten beri gemici sayılırım. Limana gelen bir gemiyi kaçırmam. Hangisini istersen sor. Sana bacasını, biçimini, boyasını söyleyeyim.”

      “O, biçimle bacayla değil, oğlum!”

      “Ya ne ile?”

      “Yapı ile yapı! İngiliz yapısı üzerine yapı var mı?”

      “Onlar bir günmüş, Hacı Bey. İngilizlerin pabuçları çoktan dama atıldı. Şimdi Ruslar bile gemi yapıyorlar ki kız gibi.”

      “Bunları Ruslar mı yapmış?”

      “Ben ne bileyim, kim yapmış!”

      “Gördün mü, bilmiyorsun işte…”

      “Neyi bilmiyorum?”

      “Romenler yapmadı ya sen ona bak!”

      “Ya Romenler yaptı ise?..”

      Arif, Şevki Bey’e dönerek:

      “Şevki Bey.” dedi. “Dinin aşkına! Sen Romenlerin gemi yaptıklarını işittin mi?”

      “İşitmedim, Arif.”

      “Gördün mü? Kime istersen soralım. Heriflerin mavna12 olsun yaptıklarını gören varsa ne istersen veririm.”

      “Ben, bir şey istemem. Bildiğimi de bilirim. İngiliz gemisi üstüne gemi olmaz. Bu limanda Osmaniye gibi bir gemi daha bulamazsın.”

      Arif, yerinden kalkıp bakındı. Sanki birini aradı. Setin kıyısında bir kız çocuğa bir çıkın13 verip “Dökme.” diye tembih eden bir adamı gördü.

      “Hakkı!” diye seslendi.

      Öteki:

      “Ne var?”

      “Gel buraya!”

      Bu Hakkı, bir aralık Mısırlıların birinin yanında çalışmış, bir kere de Mısır’a kadar gitmişti. Arif, ondan sordu:

      “Söylesene.” dedi. “Mısır’dan gelirken nasıldı?”

      “Nasıldı?”

      “Sen söylemiyor muydun? ‘Romanya bizi geçti.’ demedin mi? Hangi gemi idi, bindiğiniz gemi? Hidiviye’nin hangi gemisi?”

      “Ben ne bileyim, bir gemi idi.”

      “Ulan, adam mısın sen?”

      Şevki Bey söze karıştı:

      “Bilse ne olacaktı?” dedi.

      “Hiç, Hacı Bey Osmaniye deyip duruyordu da eğer bunların bindiği Osmaniye ise görsün gemisini diyecektim. Romanya, çiğneyip geçiyor.”

      Hacı Bey:

      “Geçsin.” dedi. “Sen Osmaniye’yi, yarış eder mi sanıyorsun?”

      “Etmez mi?”

      “Etmez ya! Ne bir saat ileri ne bir saat geri! Hint postasını getiriyor, oğlum. Trene yetişecek. Sen Hint postası nedir, bilir misin? Hint teli nedir, bilir misin? Hüsnü Paşa bir kere, Hint telinden Atebe’ye bir telgraf yazacak oldu da kıyametler koptu.”

      “Hint postasını getirmek iş mi? Hangi gemiye versen getirir.”

      “Getirirdi, bekle… Onu Osmaniye getirir. On sekiz ocağı var. Sekiz ocakla kalkar, hava oldu mu, bir ocak; hava oldu mu, bir ocak daha. Saatinde geliyor.”

      “Kırk ocağı olsa para etmez. Hiçbir gemisi Recel’e, Karol’a çıkışamaz. Gel bir gün bizim ambara, sana göstereyim. Bak kalkışına! İskele tornayt,14 sancak tornistan15 dedi mi, sular karışır. Gemiyi görürsün Üsküdar açığında. İzer, izer kavakları tuttu mu, filispit!16 Bir daha göremezsin.”

      “Sen de görememişsin galiba.”

      “Ben görmedim ama bilirim. Bir kere Kobra buradan tam yolla geçti de ne oldu? Bütün bu sandalları karaya döktü.”

      “Çok marifet yaptı!”

      “Yaptı ya! O, geminin erkekliğini gösterir.”

      “Osmaniye geçse Şirket vapurlarını da karaya atar.”

      “Attı! O şamandıradan kalkmayı becersin de! Bir çatana17 baştan, bir çatana kıçtan başını açacaklar da denize çıkacak!”

      “Onlar, İngiliz kaptanlarıdır. Nasıl kalkacaklarını senden benden iyi bilirler, korkma!”

      “Kim İngiliz? Osmaniye’nin kaptanı İngiliz mi?”

      “İngiliz ya değil mi?”

      “Değil ya!”

      “E, nedir? Arap mı?”

      “Nenin Arabı, kuyucu Hırvat be!”

      “Yok, devenin başı…”

      Arif, kahvecinin çırağına seslendi:

      “Hüsnü! Ver şu gazatayı.”

      Çırak gazeteyi getirdi. Açtılar. Posta ilanlarına baktılar. Şevki Bey okudu.

      Osmaniye, Çarşamba-Pire, İskenderiye. Kaptan; Petriç.

      “Gördün mü, Hacı Bey!” dedi.

      “Neyi?”

      “Neyi var mı? Petriç İngiliz adına benziyor mu?”

      Hacı Bey düşündü. Petriç bir kasabadır. Belki İngilizler de böyle ad korlar.

      “İngiliz adı olmadığını ne biliyorsun?” dedi.

      Arif, Şevki Bey’e dönerek:

      “Şevki Bey.” dedi. “Bak kuzum, bu ad İngiliz adına benziyor mu?”

      “Benzemiyor.”

      “Benzemiyor ya kime istersen soralım. İstersen, bahse girişelim.”

      “Ben yeminliyim. Bahis tutuşmam. Bildiğimi de kimseden sormam. Sen gemileri bana mı öğreteceksin?”

      “Ben de gözümün gördüğünü kimseden sormam.”

      “Gözün ne gördü? Gemiye bindin, bir yere gittin mi?”

      “Gitmedim. Sen gittin mi?”

      “Ben