Мемдух Шевкет Эсендал

Veysel Çavuş


Скачать книгу

etti. Nihayet şuradan bir köyden evlendi. Daima sakin, vakur çalışıyordu. İlk önce tanımıyordum, sonra bir kere tesadüfen görüşte onu sevdim, hayran oldum. O güzide bir asker idi.

      Sonraları onun bahtiyarlığını gördükçe memnun olurdum. Onun çehresine baktıkça, onunla konuştukça “Memleketinin gayrete olan ihtiyacını anlamış, onun için çalışıyor.” derdim.

      Fakat o bu ihtiyacı nereden, nasıl öğrenmiş bilmiyordum. Belki askerlikten belki bülent himmet12 bir zabitin lisanından… Herhâlde bu müsait fıtrat üstünde rahim, halim bir fikrin tesir-i amiki13 kalmıştı. Ona milletini sevdirmiş, gönlüne şanlı ve muntazam yaşamak için bir heves vermişti.

      Daima az söylüyor, çok çalışıyordu. O da benim gibi hakikati görmediği hâlde hükûmetten, heyet-i memurinden emin değildi. Bu hâlin neticesi onu düşündürüyordu. Düşündüğüm, arzu ettiğim gibi afif, saf bulduğum bu adama hürmet eder, takdir eder, onu böyle severdim.

      Veysel şimdi gidiyor. Elbette pek çok şeylere muhtaçtır. Belki yarın evine üç-beş kuruş bırakmayacak diye düşünüyor, ona muavenet etmek istiyordum.

      “Veysel Çavuş.” dedim. “Sana muavenet etmek isterdim eğer bir siparişin varsa…”

      Sözlerimi ikmal edemiyordum. Vücudum yorgun, kalbim gayet metanetsizdi. Belki bu zaafı hissiyat taşar diye korkuyordum. O, mütevekkilâne cevap verdi:

      “Eksik olmayın, ben de sizden bir şey rica edecektim.” dedi. Sonra teessürle ilave etti:

      “Bizim kadın kimsesizdir, bir can yoldaşı yoktur! Komşu namusu, Allah’tan sonra size emanet, kapınızda hizmet eder…”

      Bunları söylerken o kahraman yüreğinde, o kurşuna deldirdiği sinesinde bir şey kopuyor, acıyor zannettim. Sesinde öyle bir edayı mahsusâne vardı. Onu temin ettim, teselli etmek istedim. Sarıldık, veda ettik. Bir gün sonra onlar gittiler. Önde davul çalarak… Arkalarında birer beyaz torba, ayaklarında çarık… Çok gözyaşı yadigâr bıraktılar, tabur merkezine gittiler.

      Sıcak bir gündü. Kumlu yollar uzakta dağların sırtında belli oluyordu. Onları kasabanın kenarına kadar teşyi ettim. Dua oldu. Sonra üç kere bağrıştılar, ben de sessizce ağladım.

      Onlar gittikten sonra her yer tenha kaldı, mübadelât-ı ticariye14 durmuştu, herkes yeni haberlere intizar ediyordu.

      Sararmış yapraklar dökülüyor, melul bir sonbahar çehresini gösteriyordu. Bir taraftan tedarikât tezayüt ediyor, Edirne’ye mühimmat-ı harbiye sevk ediyorlardı; Rus zırhlıları İğneada önünde idi. Harekât-ı iğtişaşiye15 reisi Şişmanof Istranca’da dolaşıyordu…

      Siyah bez feraceli, beyaz başörtülü fakir, kimsesiz kadınların belediye dairesi önünde toplandıklarını görüyorduk; memleket bunlara yardım ediyordu. Veysel’in zevcesi bizim evde idi. Saf, dindar bir kadın imiş. Evin içinde gölgesi bile görünmüyor, sessizce çalışıyor, daima görülecek bir iş buluyordu. O saffet-i masumanesi ile bizim ihtiyarların kalbinde de bir mevkii mümtaz kazandı. Ara sıra birisi odamın kapısını açar:

      “Veysel Çavuş’tan mektup geldi mi? Hatice Kadın soruyor” derdi.

      Vâkıâ hepimiz Veysel’in mektuplarını bekliyorduk. Fakat sadece üç mektup geldi. Bizim taburu Vize’ye, Smakov’a gönderdiler. Sonra Tırnovacık’a sevk olundu. Daha sonra hudut kulelerine tevzi ettiklerini duyduk. Kış geliyordu. Ağustosun son günleri yağmurlu ve soğuk oldu. İstanbul gazeteleri “Hedaya-yı Şitaiyye!”16 tafsilatı ile doluyor boşalıyordu.

      O zaman, bir arkadaşla konuşurken benim şüphelerime o cevap vermişti:

      “Görünüyor ki Rus siyâsiyunu17 bizi bir harbe sevk ediyorlar. Avrupa’da da düşmanlarının bitaraf kalamayacağı bir harp çıkarmak istiyorlar. Yoksa Makarof, İğneada’ya mazlum Türkleri müdafaa etmek için mi geldi zannedersin.” dedi.

      Evet bu doğru idi. Rusya Mançurya’daki tuzaktan kaçıyor, onun için filosunu gönderiyor, onun için tükenmez bir ümmid-i tevessüle, bir ümmid-i istilakârâne ile meşbu olan Bulgarları ayaklandırıyordu. Yurdumuzu boş bırakıyor, ordumuzu işgal ediyordu. Hâlbuki biz o harbe girişmek istemiyorduk. Onun için o kadar masraf, o kadar fedakârlık neticesizlikle sönüyordu. Yalnız soğuk bir kâbus arasında bir rüya görür gibi hırsız kovalıyoruz, askerimiz daima kaçan düşmanın arkasında; şu tepenin üstünden şu çatağın içine doğru koşarak, yuvarlanarak onu bir çalının kökünde bulup ezememekten mütevellit fütur içinde sürünüyordu. Pek çok haberler duyduk, felaketler geçirdik, bir büyük harbe mahsus masarife katlandık, ziyan gördük, keder çektik, bütün bu unutulmaz dertlerin neticesi yine bir hiç oldu. Fakat fena bir hiç! Çünkü diyorlardı ki o zaman Balkanlar’da elli dört bin kişi ziyan oldu.

      Yoksa ne Rusya düşündüklerini yapabildi ne de Bulgaristan bir karış toprağa hak kazandı!.. Nihayet Japonya hücuma başladı. Rusya’nın İğneada’daki ihtiyar kahramanı, ufkun ötesinde talihin ona hazırladığı kısmete doğru koştu, gitti.

      Mançurya sahralarının karları altında sönen bu vakanın ilk safahatı başlarken biz de yavaş yavaş rediflerimizi terhis ettik. Ancak her eve neşe ve saadet getiren bu avdet bize matem getirmiş idi.

      Çünkü Veysel gelmedi. Şehit olmuş… O zaman kalbimde, arkadaşlarının getirdiği bu kara habere inanmak istemeyen bir ukde-i iştibah18 vardı. Sonra bir gün Edirne’de iken Mülazım Nâfiz Efendi, Veysel’in vefatı hakkında bana tafsilat verdi:

      “Zabornova hudut kulesinde idik.” diye başladı. “Şarktan bizim tarafa geçen Bulgar komitelerini takip ediyorduk. Orman içinde onların kendilerine mahsus işârat ile emin ve muayyen yollar vardır. Faraza, bazı en sık bir korunun ortasında ağaçlara asılmış iki kemik görürsünüz. Buna mana veremezsiniz hâlbuki bu bir istikamet gösterir.

      İnsan bu işâratın lisan-ı sameti arkasında mümkün olduğu kadar emin olarak hududu geçebilir, sonra mevâkii askeriye civarında da böyle bazı işaretler vardır. Biz keşfedebildiklerimizi pusu tertip ederek bekliyorduk. Komiteden, fedaiden başka çapulculara da tesadüf ediliyordu. Ahalisi şarka doğru firar eden köylerin hayvanlarını sürü ile kaçırıp satmak isterlerdi. O zaman bu maksatla ormanlar içinde dolaşan pek çok Bulgar tevkif edildi.

      Bir gece, yerde biraz kar vardı. Rüzgâr hafif fakat soğuk esiyordu. Ben pusuda idim. Veysel Çavuş da on kişi ile devriyeye çıkmış idi. Zaman zaman mehtap karların üstünde parlıyor, ormanda titrek gölgeler peyda ediyordu. Bir aralık sol tarafımızdan fakat uzaktan, dere içinden devamlı silah sesleri gelmeye başladı. Hemen kuleye koştum. İki devriye kolu tertip edip gönderdim. Ateş devam ediyordu ve biz sabırsızlıkla haber bekliyorduk. On dakika sonra iki nefer, arkalarında Veysel Çavuş’u getirdiler. Yanağından kan akıyordu. Gözleri kapanmış, koğuşun kirli aydınlığı altında çehresi mahuf19 ve sarı idi. Bütün askerler koştular, onu yatağının üstüne uzattılar. Biz şaşkınlıkla onda eser-i hayat ararken, getiren neferlerden biri yeis ve teessür ile titreyerek ‘Öldü, öldü…’ diyordu. Evet, kurşun Veysel’in yanağından girmiş ve biçareyi derhâl öldürmüş…

      Bu hakikat aramızda anlaşıldıktan sonra bu yiğit, bu dilaver silah arkadaşının etrafında hepimiz mebhut20 ve müteessir kaldık. Getiren nefer tafsilat veriyordu: ‘Kalova kulesine giden yol üstünde ve dere içinde birdenbire tesadüf etmişler,