Мемдух Шевкет Эсендал

Veysel Çavuş


Скачать книгу

Demir gibi soğuk ve katı düşüncelerden zevk alır. Biraz da mağrurdur, hatta müstehzidir. İnsanların amansız tarafını bulur ise âdeta zalim olur. En fenası, herkesle alay ettiği, oturup konuştuğu hâlde, filanı beğenip tercih ettiğini hissettirmez ki insan ona göre bir kıyas yapsın…

      “Seza filancayı sever misin?”

      “Bilmem!.. Hiç düşünmedim.”

      Seza’nın şiir tarafı pek az, hesap tarafı pek çoktu. Âdeta sevmeye bile düşünerek muvaffak olacağına kanaatim var gibiydi.

      “Seza tahattur ediyor musun İzzet Bey’i; bana ne kadar methetmiş idin! Galiba Fehime sana haksızlık etti!”

      “Aldanıyorsunuz dayı bey, Fehime o zaman bana isimden bahsetmemek için yemin verdirmiş idi. Ne ise sonra hanım yengem size ilham etmiş oldu.”

      Görülüyor ki Fehime ile laubaliyiz… Ötekilere pek serbest davranır isem de onlar hiçbir vakit Seza gibi olamadılar, benden utanırlar, odada çokça koca lakırtısı olsa kalkar kaçarlar. Seza hiç oralarda değildir. Kendisinden pek çok bahsettirmeyi de iyi biliyor. Seza, yaradılıştan idare olunacak bir kadın idi. Kocası idaresini ona bırakacak olursa fena bir ev kadını olacağını görüyorum lakin onu idare edecek erkek tasavvuru da bence mümkün değildir.

      Kendi kendime Seza’yı genç bir zabite verecek oldum… Faraza bıyıkları kesik, kalpağı Kafkasvâri iki taraftan çekilmiş, kılıcı koltuğunda, alamod25 bir zabit. Eminim ki Seza iki günde onu şaşırtacak, zavallı yürümesini bile unutacak. Seza’yı şöyle ağırca, durmuş oturmuş bir beye versek onu da iki günde divane edip akıldan çıkaracaktır. Ona zaten akıldan çıkmış bir koca lazım olduğunu düşünemiyor imişim. Bakınız, tesadüf bunu ne kadar güzel düşünüp halletti.

      Bir aralık birader rahatsız olmuştu, bizim Urumeli’de bir parça arazi vardır ya onun işlerini yüzüstü bırakmamak için beni oraya göndermişti. Üç-dört ay kadar orada kaldım. Son günlerde Seza bana iki mektup yazdı bir defa da telgraf çekti. Ne zaman İstanbul’a döneceğimi soruyordu. Tuhaf buldum, bir şey de anlamadım.

      İstanbul’a geldiğimin ikinci günü haber almış, geldi. Bana bilmem nasıl münasip getirip Moda Jimnastik Kulübü’nden bahsetti. Oraya hiç gidip gitmediğimi sordu.

      “Hiç gitmedim.” dedim.

      “Dayı bey, yarın oyun var, gider misiniz?” diye sordu.

      “Kızım, vâkıâ spora merakım var ise de sureti mahsusada26 kalkıp da Moda’ya gidecek kadar değil. Bir sırası düşerse, giderim.”

      “Ama dayı bey, yarın büyük bir oyun var!”

      Bir parça şüphelenir gibi oldum:

      “Sen hiç oraya gittin mi Seza?”

      “Evet gittim… Kadınlar da gidiyor!”

      “E, pekâlâ! Ne gördün bakayım?”

      “Dayı bey! Bir bey var. Tamam iki metre yüksek atlıyor.”

      “Ya… Nasıl bey bu!..”

      “Bilmem, genç bir efendi. Hem dayı bey, size açıkça bir şey söyleyeyim mi? Diyorlar ki o bey güya bizim eve haber göndermiş… Güya, görücü gibi!”

      “Ya!.. Seza, a kızım neden deminden beri beni yorup duruyorsun, söyle bakayım ne münasebetle bu delikanlı sana talip çıkıyor?”

      “Canım dayı, ben ne bileyim! Bana da Selime söyledi. Bana göre, Fehime’nin kocasının münasebetsizliği olacak, onun arkadaşı mı imiş, ne imiş…”

      “E, pekâlâ, bu bey seni tanıyor mu?”

      “Hayır…”

      “Aaa! Nasıl olur. Fehime’nin kocası tanıştırmayı düşünmemiş olabilir mi?”

      “Dayı bey, artık ben de öteki kızlar gibi sıkılacağım ama size tanımıyorum diyorum ya! Beni gördü ama tanımıyor.”

      “Nerede gördü?”

      “Canım, biz Selime ile Ali Bey’in evine gitmiş idik, oradan çıktık, gelirken sarı evin önünde karşı karşıya geldik. Orada gördü.”

      “Gördü de yani ne yaptı?”

      “Ne yapacak, hiç… Döndü döndü arkasına baktı.”

      “Arkasına baktığını ne biliyorsun?”

      “Canım dayı bey… Ben de baktımdı. Gördüm diyeceksiniz, değil mi? Hayır. Selime’ye söyledim, o baktı, ben başımı bile çevirmedim.”

      “Haaa, şu madde, anladım. Lakin Selime tuhaftır. Bu zat ne iş yapıyor imiş?”

      “Bunun iki tane makarna fabrikası varmış dayı bey, babası da kereste tüccarı imiş diyorlar.”

      “Âlâ! Kereste tüccarı, makarna fabrikası… Sakın bu bizim Hacı Alizâdelerin küçük oğlu olmasın!.. Dur hele!.. Ben onun babasını tanırım. Âlâ!.. Eee, Seza! Anan, baban ne diyorlar?”

      “Onlara kalırsa hemen verecekler. Ben size niçin sık sık mektup yazdım!..”

      “Doğru Seza! Ben anlamalıydım. Pekâlâ, sen ne diyorsun bakayım? Artık ciddi konuşuyorum, ben daha bu işi pek o kadar anlayamadım.”

      “Kızlar ne der, dayı bey?”

      “Ne diyecekler? Türlü şeyler derler elbet!”

      “Ben bir şey demedim buna, emin olunuz. Yalnız…”

      “Evet, söyle söyle!”

      “Alık malık bir şey değil, ağzı burnu da yerinde.”

      “Yani çehresi bayağı sana cazip göründü desene…”

      “Hiç de değil! Ben, bilirsiniz gözlüklü adamı sevmem, o ise daha genç yaşında gözlük takmış.”

      “Canım gözlüklerini sevmezsin, o da gözlüklü olur ama sen de bu gözlüklüyü seversin, yahut hesabına uygun gelir.”

      “Artık bilmiyorum.”

      Seza’yı daha ziyade söyletmenin kabil olamayacağını gördüm ve tabii ertesi günü biz, saatinde Moda Kulübü’ne damladık. Burası bir İngiliz kulübü, seyirci de gelirse kabul ediyorlar.

      Bugün fazla olarak şampiyonluk müsabakası varmış. Ancak yüz kadar sporcu, bir bu kadar da meraklısı geniş meydanın içinde kayboluyordu. Ortada birtakım genç, tüvana27 adamlar soyunmuş, dökünmüş duruyorlardı. Sonra çan çaldı, oyun başladı. Evvela, muhtelif kulüpler hep birden bir geçit yaptılar, arkadan oyunlar başladı. Hammer28 attılar, kısa koşu, uzun koşu, disk filan derken iş atlamaya geldi, bizde de heyecan başladı.

      Biraz daha geçti, sırıkla yüksek atlama müsabakası ilan olundu. Ortaya dört genç çocuk ayrıldı. İlkin tereddüt ettim, bunlar âdeta çocuk idiler, sonra tarif ile Seza’nın talibi olanı buldum. Şimdi hatırlamıyorum ancak ilkin galiba hiçbir hüküm veremedim. Atlamalar yaptılar, atlayanlardan ikisi muvaffak olamayarak çekildiler, kaldı iki kişi ki bunlardan biri Istrati isminde bir Rum genci idi. Diğeri de Hasan Bey dedikleri genç! O zaman kalbim çarpmaya ve onun kazanmasına dua etmeye başladım.

      Vâkıâ aferin Seza’ya, nişanlısı bir vücuda malik ki filan yeri fazladır veya noksandır denemez. Vâkıâ bir parça ufarak ise de herhâlde son derece mütenasip ve pembe derisinin altında gayet kuvvetli adalâtın gerildiği, işlediği ve bütün vücudunun havada bir yay gibi atıldığı, sonra ayaküstü düştüğü görülüyordu.

      İkisi