gün, bir tesadüf, bir tüccarın mağazası önünde Şemsioğlu’nu pazarlık üstünde gördüm. Köylünün kırk beş yarım malı varmış, bunu alıverecek! Bir türlü herifi kandırmaya muvaffak olamıyordu. Haylice sersem olduğu hâlinden belli oluyor ise de yine kendini bırakmıyor, bir para aşağı indirmek mümkün olmuyordu. Şemsioğlu âciz kalınca daha şedit tedbirlere müracaat lüzumunu hissederek lakırdı arasında herifin kafasını sallamaya, yumruk indirmeye başladı.
Acınacak bir hâl idi… Köylü sesini çıkarmıyor, yumrukları kabul ediyor ve metanetini damla damla ziyan eyliyordu. O zavallı, pazarlıkta bu hâlleri mübah görüyordu, zannederim. Çünkü kabul olunmuş, teessüs etmiş bir davranıştı. Çünkü zaten hesap kitap yoktu. Köylü ne getirdiğini, ne kadar getirdiğini, ne ölçü ile kaç paraya sattığını bilmezdi. Köyde gaz tenekesi ile ölçer, kasabadaki belediye kilesine uymaz, ayrıca hırsızlık edip çalarlar, tutamaz…
Bir gün, yine bir tüccarın mağazasında oturuyordum. Altı-yedi tane Yabanovalı geldi. Bu tüccarın istasyondaki ambarına pirinç satmışlar, paralarını alacaklar. Ellerinde ambar memurunun pusulasını gösterip, para istediler. Kâtip soruyordu: “Kim kaç okka verdi? Hepsi kaç okka, kaç para eder?”
Onlar cevap veremiyorlardı. Kimisi sokağa, duvarlara bakıyor, birisi de muttasıl, “Orada yazılı!” deyip duruyordu.
Böyledir ya!.. Bir zaman belediye okka ile alışverişi usul koymuş ki kile hilekârlığının önüne geçilsin… O zaman bu mazlumlar, bu hesapsız insanlar, ekinle taş toprağı doldurup kantarı kendi taraflarına getirmek hususunda kusur etmemişler!..
BİR GENÇ EFENDİNİN DEFTERİNDEN
Dört-beş evin erkeği bir ben kaldım. Kimi yaralandı geldi, tekrar gitti, kimi şehit oldu…
Ben de gidecektim ya! Bizim valdenin ısrarı… Öteye beriye gitti, yalvardı, yakardı. Bir nezarette tercümanlıkla yakayı kurtardık.
O zamana kadar hısım akrabaya pek uğramazdım. Hatta inanınız, birçoğunu da tanımazdım. Güzide bile, o kadar yakın akraba iken evlerine ya bir defa gittiğim olurdu ya iki…
Ancak ortada erkek kalmayınca, bu dört-beş evin âdeta vekilharcı35 oldum. Bereket versin, semtler yakın. Ben zavallı ki, o güne kadar bir okka üzüm, bir arşın basma almamış idim. Bu evlere neler taşımadım!.. Hele Güzide’ye…
Anası, bir zavallı ihtiyar, sofu bir hanımcık, başını seccadeden kaldırmaz; hizmetçileri emektar bir Rum karısı ki bardak, tabak kırmaktan başka elinden bir marifet gelmez.
Bakkaldan yağlarına, pazardan pırasalarına kadar alıp taşımak bana düştü.
Saraçhanebaşı’na yakın bir yerde oturuyorlardı. Evleri, ne bizim eski evler gibi ne de yeni salonlarımıza benzerdi… O zamana kadar dikkat etmemiştim. Güzide ne hoş bir kadın… Yirmi üç yaşlarında kadar olması gerekir, parlak ela gözlü. Yanaklarından mı, bu parlak gözlerinden mi, burnundan mı, nereden bilmem bir hâli var ki insanı tahrik eder. Kendisi az söyler… Konuştuğu zaman kadınlardan bahsetmekten, modadan, fena ahlaktan, genç kızlardan şikâyet etmekten hoşlanır.
Kocası burada iken galiba benden kaçardı, dikkat etmemiştim. Zaten evlerine de uğramazdım ya… Kocası buradan gidip ben, bizim valdenin sıkı tembihi ile Güzide’ye vekilharç tayin olunduktan sonra, kaçmaya imkân yoktu. Çünkü et, ekmek hesabı verilecek, basma kumaş beğendirilecek… Ne Güzide hesaptan çok anlar ne de ben! Oturup, beraberce para sayıp hesap çıkarmak lazım. Bir-iki defa bunu kapı önünde yapmaya çalıştık, olmadı. Nihayet aradaki kaçgöç kalktı.
Güzide’nin üç yaşında bir kızı var ki şüphesiz beni babasından fazla sever. Çünkü zavallı yavru, şu geçen üç senede babasını ancak on beş gün gördü. Ben de doğrusu, bu minimini yavrunun hatırı için, diğer akraba evlerine haftada üç defa uğrarsam, buraya dört defa, beş defa hatta altı defa uğrar oldum.
Bir zaman sonra şu iki sualin zihnimde dolaştığını hissettim. “Güzide acaba kocasını sever mi? Güzide acaba beni beğeniyor mu?”
Severse sevsin!.. Beni de beğenmezse beğenmesin!.. Ne çıkar! Benim gibi parasız uşak bulduktan sonra, isterse beğensin derim ama gizlice kendi kendime de dargınlık yapardım hatta inanır mısınız, Güzide’ye dargınca durduğum, uğramayı azalttığım bile olurdu. Şüphesiz onun bir şeyden haberi yoktu. Bir defasında beni merak edip “Dün, evvelki gün uğramadı, hasta mıdır?” diye eve kadar gelmişti bile… Divaneliktir ya ancak itiraf ederim ki bu dargınlıklarıma hem güler hem de ne bileyim hoşlanırdım. Vâkıâ, beğenirse fena mı olur? Güzide gibi hoş bir kadın insanı beğense fena mı?
Bir aralık ne sebep oldu bilmem, daha sık uğramaya başladım. Hatta bir gece onlar yemeğe oturacaklarmış, beni de salıvermediler, beraber yemek yedik.
Bir gece sonra da geç gidebilmiş idim, çocuk uyumuş, ana kız yalnızca oturuyorlardı. Bana da bir yorgunluk kahvesi teklif ettiler. Sahiden de yorgundum, oturdum. Bir aralık valdesi namaza kalktı, biz yalnız kaldık. Elimde, o gün daireden aldığım harp gazeteleri vardı. Güzide merak etti, sandalyelerimizi lambaya yaklaştırıp beraberce bakmaya başladık. Güzide hafif bir koku sürmüş, yaklaşınca hissettim. Hafif lakin müessir36 bir koku… Gazetelerin sayfaları gitgide daha yavaş dönmeye başlıyordu.
Birçoğunu anlayamıyoruz, ben de zaten Alamancayı pek az bilirim ya!.. Kelimeler de aksi gibi gözümün önünde karışıyor, dumanlanıyor… Yorgunluktan olacak… Kulaklarımın ateş gibi yandığını, yüzüme kan çıktığını hissediyordum, sersemlikle başlarımızı daha ziyade resimlere sokuyorduk. Bir dakika geldi ki ben, ne oluyorum diye düşünmeye mecbur oldum, vaziyeti terk etmek muhaldi. Önümüzde kara kalem bir levha, galiba Goriç havalisinden bir yer. Güzide’nin dirseği hafifçe dizime dokunuyor ve bir saçı, bir tek tel saçı kaşımın ucuna sürünüyordu.
Dışarıda bir ayak sesi oldu. Toplandık. Annesi geliyordu. Sanki o gelirse ve gazeteleri görürse kabahat olacakmış gibi, ikimiz birden kapı tarafına bakmışız. Az daha bana, “Topla gazeteleri, ayrılalım..” diyecekti zannettim. Sayfaları çabuk çabuk çevirdi.
Valdesi geldiği vakit, yeni memure olmuş bir komşu hanımı çekiştirip dedikodu yaptık. Bir-iki gece sonra tekrar uğradığım zaman da yine böyle bir bahis üzerine mübahase uzadı, haylice geç kalmışım, giderken hizmetçi kadın uyumuştu, kendisi bana sokak kapısına kadar refakat etti. Zahmet etmemesini rica ettiğim hâlde zaten kapıyı sürmeleyeceğini söyleyerek aşağıya kadar indi. Veda ederken güya daha edilecek birçok lakırtılar varmış da ancak söyleyemiyor imişim gibi kapıyı çekip gidemiyordum.
O esnada Güzide, pek seyrek ziyaret ettiğimden, daha sık gelmekliğim lazım olduğundan bahsetti; ben de kapının karşısındaki mahalle kahvesinde gece gündüz birtakım boş gezen heriflerden sıkıldığımı, girip çıkarken görürlerse elin ağzı acayip, hele böyle zamanda her türlü lakırtı edebileceklerini, bunlardan çekindiğimi söyledim. Arka kapı açık olsa, geç erken bahçe tarafından gelmenin daha muvafık olacağını da ilave ettim. Arka kapı münasip ise de bunun valdeye karşı nasıl olacağını dermeyan eder gibi oldu. Sanırım, ziyaretlerimi valdeden de gizlemek mümkün ise de hizmetçi var… Hizmetçi kolaymış… Çocukla beraber bulunuyormuş… Çocuk yatınca o da yatıyor… Vâkıâ valde de yatsıyı kılar kılmaz uyukluyor… Bakalım, bir-iki akşam sonra münasip bir zaman olursa… Kapı açık olursa ben bahçe üstündeki odada otururum.
Bilmem cevap verdim mi? Herhâlde bu lakırtılar böyle iptidası, intihası olmadan karışık, duman içinde geçti.
Sokağa