Mikâil Bayram

Selçuklu Anadolusu’nda Devlet-Toplum-Ekonomi / Makaleler


Скачать книгу

Konya’da Sosyal ve Kültürel Ortam

      Türkiye Selçukluları devrinde ve beylikler döneminde Anadolu’da şehirlerin yapılanması ve şekillenmesinde dinî ve tasavvufi zümrelere ait hanikâh, zaviye, medrese, imaret, buka, türbe gibi yapılar önemli rol oynamıştır. Bu kurum ve kuruluşlar ücra köylere kadar yayılmış bulunuyordu. Köyler de bu kurumların etrafında oluşmaktaydı. Bu dinî ve fikrî zümreler ve bunların ocakları Anadolu’da kültürel yapılanmayı sağlıyordu. Başkent Konya, gerçekten kültürlü, bilgin, sanatkâr, şair ve ediplerin harman olduğu bir şehir idi. Başlangıçta Tokat, Malatya ve Kayseri; Dânişmend Oğulları’nın kültürel politikası doğrultusunda gelişmiş birer ilim merkezi olarak Konya’dan daha önde bulunuyorlardı. Fakat XIII. asrın başından itibaren Konya, bu yönüyle de büyük gelişme kaydetmiştir. Pek çok ilim ve fikir adamını kendine çekmiş ve diğer Anadolu şehirlerini geride bırakmıştır. Özellikle Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya sığınan Mâverâünnehir, Horasan ve İranlı bilgin, mutasavvıf, sanatkâr ve tacirler Konya’yı vatan edinmişlerdir. İbn Bibi’nin bildirdiğine göre, Uluğ Sultan Alâeddin Keykubad, Beyşehir Gölü’ndeki bir adada yaptırdığı Kubâdâbâd Sarayı’nda tatil yapmakta iken bir grup ilim ve fikir adamını burada huzuruna kabul etmiş ve kendisine sundukları eserleri mütalaa ederek bilginlere izzet ve ikramda bulunmuştur.7 Bu dönemde ilim ve fikir adamları ile mutasavvıfların faaliyet göstermeleri için medreseler, tekke ve zaviyeler kurulmaktaydı. Konya, bundan en fazla nasibini alan şehir olmuştur. Selçuklu saray teşkilatı içinde “gulamhane” denilen bir mektep vardı. Gayrimüslim çocuklar burada eğitiliyorlardı. Celâleddin Karatay, kardeşi Seyfüddin Karatay bu saray mektebinde yetişmiş ve devletin en yüksek kademesinde hizmet görmüşlerdir. Bunlar gibi daha pek çok Rum kökenli ümera gulamhanede yetişmişlerdir.

      Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Sultan Alâeddin döneminde (1219-1237) Kayseri’den Konya’ya celbedilmiş ve lalalık (saray muallimliği) makamına getirilmiştir. Hanikâh-ı Lala onun hizmetine verilmişti. Demek ki saray muallimleri bu hanikâhta görevlerini yürütüyorlardı. Saraya mensup çocukların eğitim ve öğretimine tahsis edilen bu hanikâhın muallimlerine “Lâlâ-i Sultanî” deniliyordu.8 Bu Hanikâh-ı Lala, Şerefettin Cami ile Merkez Bankası arasında bulunuyordu. Burada lalalık görevini sürdüren Ahi Evren Hace Nasîrüddin Mahmud, Ahlak-i Naşiri adlı eserini bu dönemde (632/1235) kaleme almış ve Alâeddin Keykubad’a sunmuştur.9 Demek oluyor ki bu eser Hanikâh-ı Lala’da ders kitabı olarak okutuluyordu. 1262 yılında bu hanikâh, sultan fermanıyla Ahilerden alınıp Mevlana’nın dostu Hüsâmeddin Çelebi’ye verilmiştir. Fahreddin-i Râzî’nin talebesi olan Şerefuddin-i Herevî’nin medresesi de kendi adıyla anılan camiye bitişik idi. Yani Hanikâh-i Lala ile yan yana idi.

      Abbasî Halifesi en-Nâsır Lidînillâh’ın elçisi meşhur sofi Şihabüddin Suhreverdi, Konya’ya geldiği zaman Sultan Alâeddin bu elçiyi karşılamak ve ağırlamak için bütün Ahileri (ehl-i fütüvveti) görevlendirmişti. Bu elçinin beraberinde çok sayıda ilim ve fikir adamları bulunuyordu. Elçinin gelişi münasebetiyle Konya’da günlerce süren göz alıcı törenler, eğlenceler tertip edilmişti. Uluğ Sultan parlak bir törenle Şeyh Şihâbüddin Suhreverdî’nin elinden fütüvvet üniforması olan şalvar giymiş ve şed kuşanmıştı.10 Mirsadü’l-ibad adlı eserin sahibi Kübreviyye tarikatı şeyhi Necmüddin-i Daye Anadolu’ya gelince Malatya’da Fütüvvet Teşkilatı’nın şeyhu’ş-şuyûh’u Şihabüddin Ömer es-Suhreverdi ile karşılaşmış ona bu Mirsadü’l-ibad adlı eserini sunmuştur. O da bu eseri mütalaa ettikten sonra çok beğenmiş ve yazarına: “Bu Diyar-ı Rum’un genç, ilim sever ilmi ve âlimleri koruyan bir sultanı var, sen bu kitabı ona takdim et.” demiş o da Konya’ya gidip eserini Sultan Alâeddin Keykubad’a takdim etmiştir.

      Şeyh Sadreddin Konevî Suriye’den gelip Konya’ya yerleştikten sonra (1245) onun etrafında geniş bir talebe halkası oluşmuştur. Mecidüddin İbnü’l-Esir’in Camiu’l-usul fi Ahadisi’r-resul adlı eserini 20’den fazla talebeleri ondan okumuşlardır. Bu eserin Sadreddin-i Konevî’nin vakfı olan 8 cildi, Yusufağa Kütüphanesinde (No. 5050-5058) bulunmaktadır.11 Bütün bu ciltlerin baş tarafına veya son sahifelerine yazılan “sema” ve “kıraat” kayıtlarında o ders halkalarında bulunan şahısların adları kaydedilmiştir. Bu talebelerin arasında muhtelif memleketlerden ve milletlerden olan ve devrin tanınmış ilim adamları ve devlet adamlarının adları geçmektedir. Pervane Muinüddin Süleyman, Fahruddin-i İrakî, Ferganalı Saiduddin, Zeynüddin Muhammed er-Razi (Ahteri adlı lügatin yazarı) bunlardan birkaçıdır. Bunlar arasında gayrimüslimler de bulunmaktadır. (Bk. Burada Levha, XI)

      XIII. yüzyılda Konya’da şair ve ediplerin sayısı yüzlerle ifade edilecek kadar çoktu. Ahmet Eflâkî’nin Selçuklular Zamanında Konya’da Dinî ve Fikrî Hareketler’de anlattığına göre, senenin birinde Mevlana ve can dostları Ilgın’a (Ab-i germ) bir gezi için gitmişler ve yolculukları çok neşeli geçmişti. Bu gidiş ve dönüşte Mevlana ve arkadaşları karşılıklı, bir divan olacak kadar şiir yazmışlardır.12 Bu şairlerin şiirleri, Mevlana’dan 90 sene sonra Divan-ı Kebir’in içine alınmak suretiyle muhafaza edilmiştir. Mevlana, Mesnevi’sini önce kürrâseler (sahifeler) hâlinde yayımlıyordu. Bu kürrâseler İrani çevreler arasında büyük ilgi görüyordu. Tabii bu ilgi Mevlana’nın şevkini arttırıyor ve yazmaya devam ediyordu.

      Genel olarak Türkiye Selçukluları devri, fikrî hareketler bakımından çok renkli ve çeşitlidir. İran ve Türk illerinden gelen çeşitli tarikatlara, dinî ve fikrî mezheplere mensup şeyhler, dervişler ve bilginler tarikatlarını ve fikirlerini yaymak için Anadolu’yu çok müsait bulmuşlardır. Bu bakımdan devletin merkezi olan Konya’da bütün bu fikir hareketlerine mensup zümrelere ait karargâhlar vardı. Başlangıçta bu zümreler arasındaki ilişkiler gayet iyi idi. Selçuklu Devleti’nin müsamahalı siyaseti, dinî ve fikrî zümreler arasındaki ilişkilere de yansımaktaydı. Moğol işgalinden sonra yani Selçuklu Devleti’nin Moğolların egemenliği altına girmesinden sonra diğer Anadolu şehirleri ile birlikte Konya’da da dinî ve fikrî zümreler arasındaki bu sulh ve sükûn ortamı, anarşi dolu bir ortama dönüştü. Özellikle Mevlana ve çevresi ile Ahiler arasındaki mücadeleler bu huzur ve güven ortamını bozan olayların başında gelmekteydi. Şehirde Şems-i Tebrizî’ye karşı büyük bir muhalefet cephesi oluşmuştu. Bu yüzden iktidarda bulunan Ahiler, işlediği bir suçtan ötürü Şems-i Tebrizî’ye suikast düzenleyerek öldürdüler. Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi olayında devrin Adliye Nazırı (Emir-i Dad) Nusratüddin Ahmed bulunmaktadır. Bu yüzden Şems’in öldürülmesi olayının adli bir vaka olduğu anlaşılmaktadır.13 O dönemde Ahiler şehirde inzibat ve güvenlik hizmetini görüyorlardı.

      Bu olay Mevlana ve çevresindekiler ile Ahiler arasındaki gerginliği had safhaya çıkardı. Devlet adamları bu gerginliği yatıştırmak ve Moğolların iç işlerine müdahalelerini önlemek için Ahi Evren Nasîrüddin, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi bazı kişilerin Konya’dan Kırşehir’e gitmelerini sağladılar. Mevlana ve halefleri, XIII. asrın sonlarında fikrî üstünlük kurmuşlardı. Şehrin güvenliğinde söz sahibi olmuşlardı. Bu mücadeleler ve Moğolların fikrî ve siyasi baskıları yüzünden Konya’dan uç bölgelere ve Memlûklüler ülkesine, yani Suriye’ye göçler olmuştur. Sadreddin Konevî’nin, vasiyetinde14 “Gençler bir an önce Anadolu’yu terk etsinler.” demesi bundandır. Aynı şekilde Hacı Bektaş-ı Veli de