ilgiliydi. Kısacası, Genel Yayın Müdürü, Şair’e, derginin gelecek sayısı için, dine karşı büyük bir şiir ısmarlamıştı. İvan Nikolayeviç de bu şiiri inanılmayacak kadar kısa sürede yazmıştı, ama Genel Yayın Müdürü, sonuçtan pek hoşnut kalmamıştı. Biezdomni, şiirin kahramanını –Hz. İsa– en karanlık renklere bulamıştı. Genel Yayın Müdürü’nün düşüncesine göre, bütün şiirin yeniden yazılması gerekiyordu. Bu nedenlerle Berlioz, Şair’in yararına, temel yanlışına parmak basmasını sağlamak için İsa hakkında bir çeşit söylev çekmeye girişmişti.
Bu durumda, İvan Nikolayeviç’in yaratıcı güçten yoksunluğunun mu, yoksa konu hakkında hiçbir bilgisinin olmayışının mı kurbanı olduğunu belirtmek zor. Neyse! Çizdiği İsa… Çok canlıydı. Bol bol en kötü çizgilerle çizilmiş de olsa, hiç kuşkusuz yaşamıştı!
Berlioz da Şair’e işin önemli yanını, İsa’nın nasıl olduğunu değil –iyi ya da kötü– canlı olarak İsa’nın var olmadığını, onunla ilgili öykülerin baştan sona uydurma, hem de en bayağısından birer masal olduğunu göstermek istiyordu.
Genel Yayın Müdürü’nün, eşine az rastlanır bilgelikte biri olduğu unutulmamalı. Nitekim, büyük bir ustalıkla, İskenderiyeli ünlü Philon ya da parlak Flavius gibi eski tarihçilerin, İsa’nın varlığına kıyısından köşesinden bile değinmediklerini belirtti. Mihail Aleksandroviç, bilgisinin derinliğini ve sağlamlığını göstererek, Tacitus'un Annales’inin XV. kitabının 44. bölümünde yer alan, İsa’nın çektiği işkencenin anlatıldığı ünlü parçanın sahte olduğunu, kitaba sonradan eklendiğini de açıkladı.
Şair için bütün bunlar çok yeniydi. Yeşil gözlerinin bütün canlılığıyla Mihail Aleksandroviç’e bakıyor, onu dikkatle dinliyordu. Sadece arada sırada tutan hıçkırığını bastıramıyor, alçak sesle kayısı suyuna sövüyordu.
“Bir tek Doğu dini yoktur ki,” diyor Berlioz, “dünyaya bir tanrı getiren el değmedik bir bakiresi olmasın. Hıristiyanlar da, yeni bir şey uydurmadan, tıpatıp aynı biçimde yarattılar İsa’larını. Aslında İsa hiç yaşamadı. Bunun üzerinde durmak, ağırlığı özellikle bu noktaya vermek gerek…”
Berlioz’un tenor sesi, ıssız geçitte çın çın ötüyordu. Mihail Aleksandroviç, kafa göz yarma tehlikesiyle karşılaşmadan, ancak üstün bilgelikteki kişilerin içinde dolaşabilecekleri labirentlere gömüldükçe, Şair, onun attığı her adımda yerin ve göğün oğlu, Mısır tanrısı Osiris, Fenike tanrısı Tammuz, Babil tanrısı Marduk, hatta ve hatta, ötekiler kadar tanınmamasına karşın yüzyıllar önce Meksika’daki Aztekler tarafından pek sevilen, korkunç tanrı Huitzli-Poçli üzerine tuhaf ve çok yararlı şeyler öğrendi. Berlioz’un, Azteklerin nasıl hamurdan Huitzli-Poçli heykelcikleri yaptıklarını anlattığı sırada geçitte biri göründü.
Sonradan –doğrusu istenirse iş işten geçmişti bile– yayımladıkları bildirilerde, çeşitli kuruluşlar bu adamı tanımlamaya çalıştılar. Bildiriler karşılaştırıldığında şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan birinde yeni gelenin kısa boylu, altın dişli, sağ ayağı aksayan biri olduğu söyleniyordu. Öbürü dev yapılı, dişleri platin, sol bacağı topal, diyordu. Bir üçüncüsü ise, kısaca adamın hiçbir özelliği olmadığını belirtiyordu. Bu bildirilerden hiçbirinin bir değer taşımadığını kabul etmek zorundayız.
Yeni gelen, her şeyden önce topallamıyordu. Boyuna gelince; ne bir dev ne bir cüceydi, uzunca boylu olduğu söylenebilirdi. Dişleri kaplamaydı, ama sol taraftakiler platin, sağ taraftakiler altındı. Gri, iyi kumaştan bir elbise, elbisesinin renginde yabancı malı ayakkabılar giymişti. Çapkınca kulağının üstüne yıkılmış gri bir bere, koltuğunun altına sıkıştırdığı, fino köpeği kafası oyulmuş kamış baston giyimini tamamlıyordu. Kırkını çoktan bulmuş olmalıydı. Ağzı hafif yamuktu. Sinekkaydı tıraşlıydı. Esmerdi, sağ gözü kara, sol gözü, nedendir bilinmez, yeşildi. Kaşları da karaydı ama biri öbüründen yukarıdaydı. Kısacası, o bir yabancıydı.
Genel Yayın Müdürü ile Şair’in oturduğu bankın önünden geçerken yabancı onlara yan yan baktı, duraladı ve birden iki dostun birkaç adım ötesindeki ikinci banka çöküverdi.
“Alman olmalı,” diye düşündü Berlioz. Biezdomni de kendi kendine, “İngiliz,” diye düşündü, “üstelik bu havada eldiven takmış; hayret, terletmiyor mu?”
O sırada yabancı, dört köşe gölü çevreleyen yüksek yapılara göz atıyordu. İlk kez orada bulunduğu, görüntüyle ilgilendiği belliydi. Gözleri, Mihail Aleksandroviç için sonsuza dek kaybolacak bir güneşin göz kamaştırıcı ışınlarını yansıtan üst kat camlarında oyalandı bir süre, oradan da akşamın gölgelendirdiği alt kat pencerelerine indi. Nedense alaycı ve hoşgörülü bir gülümseyişle gözlerini kıstı, ellerini bastonunun topuzunda kavuşturdu, çenesini de ellerinin üstüne dayadı.
“Bak İvan,” diyordu Berlioz, “diyelim ki, Tanrı’nın oğlu İsa bölümü çok güzel, çok alaycı. Yalnız –işin püf noktası da burada– İsa’dan önce yığınla tanrının yığınla oğlu oldu; Fenikeli Adonis, Frigyalı Attis, İranlı Mitra gibi. Aslında bunların hiçbiri doğmadı, hiçbiri yaşamadı. İsa da ne doğdu ne yaşadı. Yapman gereken, onun doğumunu ya da Müneccim Krallar’ın gelişini anlatmak yerine bu konuyla ilgili söylentilerin saçmalığını belirtmek olmalı. Oysa insan, senin öykünü okurken İsa’nın gerçekten doğduğuna inanıyor!..”
Tam o anda Biezdomni, kendisini rahatsız eden hıçkırığını birden kesmeyi denedi. Soluğunu tuttu, bunun sonucunda daha çok ve daha acılı bir biçimde hıçkırmaya başladı. Berlioz da söylevini kesti; çünkü yabancı, yerinden kalkmış onlara doğru geliyordu. İki yazar, adama şaşkınlıkla baktılar.
Yabancı, değişik bir şiveyle ama sözcükleri örselemeden, “Özür dilerim beyler,” dedi, “kusuruma bakmayın. Size yabancıyım. Sözünüzü yarıda kesmek durumunda kaldım… Derin konuşmanızın konusu beni öylesine ilgilendirdi ki…”
Konuşurken bir yandan da saygıyla beresini çıkardı. İki dostun kalkıp yabancıyı selamlamaktan başka çareleri kalmamıştı.
“Hayır! Hayır! Bu adam Fransız olmalı,” diye düşündü Berlioz.
Biezdomni de, “Bir Polonyalı…” diye geçirdi aklından.
Yabancının söze başlar başlamaz Şair üzerinde kötü bir izlenim bıraktığını belirtmek gerekli. Berlioz’a ise hoş, daha doğrusu hoş değil de, nasıl demeli, ilginç gelmişti anlayacağınız.
Yabancı yine saygıyla, “Oturmama izin verir misiniz?” diye sordu.
İki dost, isteksizce sıkıştılar. Adam büyük bir rahatlıkla aralarına çökerek hemen konuşmalarına katıldı. Yeşil gözünü Berlioz’a dikerek, “Yanılmıyorsam, İsa’nın hiç yaşamadığını belirtmeyi gerekli buluyordunuz?” dedi.
Berlioz, gayet nazik, “Hayır, yanılmadınız,” dedi. “Söylediğim buydu.”
“Ah, ne ilginç!” diye bağırdı yabancı.
Biezdomni kaşlarını çattı, “Hay şeytan, ona ne bundan!” diye düşündü.
Yabancı, sağ gözünü Biezdomni’ye çevirdi:
“Siz de dostunuzla aynı görüşte misiniz?”
Abartılmış deyimleri, dolaylı anlatımı seven Şair, “Bir kere değil, yüz kere evet!” dedi.
“Hayret!” diye haykırdı yeniden beklenmedik adam.
Ardından,