şeyin yararı yoktu. Bütün gövdesi zehirlenmişti. Her hareketinde kaslarına dayanılmaz ağrılar saplanıyordu. Kendini tutacak halde olmadığından haykırıyordu. Haykırışları bugün bile kulağımda yankılanır. Yatağının içinde onu çevirirdik; çok canı acırdı ama kendini tutar, üstelik tatlı bir sesle bize, “Çok iyi çeviriyorsunuz,” derdi. “Çok iyi…” Yatağının yanında bizden başka kimseyi istemiyordu.
Kör oldu.
Üzerine eğildiğimde parmaklarıyla yüzüme dokunuyor, kim olduğumu anlıyordu. Lena odaya girer girmez ayak seslerinden onu da tanırdı. Kalçasına doladığı bir bezin dışında çırılçıplak yatıyordu. Gövdesi kupkuruydu. Müthiş zayıflamıştı.
Dmitriyev ile Boris Erdman, son geceleri benimle birlikte küçük Seriyoşa’nın odasında geçirdiler. Sabah erkenden Lena’nın büyük oğlu geliyordu. Bulgakov, onun yüzüne dokunup gülümsüyordu. Hem siyah saçlı, kendini pek açığa vurmayan, büyük adam gibi duygularını gizlemeyi bilen bu çocuğu, hem de Lena’yı sevdiğinden okşuyordu onu. Lena’ya duyduğu büyük sevgiyi gösterebilmesi için son fırsattı belki bu.
10 Mart günü, öğleden sonra dörtte öldü. Neden bilmem, sanki bana hep sabaha karşı ölmüş gibi gelir.
Ertesi sabah –belki aynı gündü ama kafam karmakarışıktı, yine de ertesi sabahtı sanıyorum– telefon çaldı, Stalin’in Özel Kalem Müdürlüğü’nden arıyorlardı.
“Bulgakov Yoldaş’ın öldüğü doğru mu?”
“Evet, doğru.”
Telefon kapandı.
Gece Nikolay Erdman, Viçni Voloçok’tan geldi. Moskova’da yaşaması, başkente gelmesi yasaklanmıştı. İki saat bir şey söylemeden oturdu, sonra çıkıp gitti.
Apartman fermol kokuyordu. Merkulov, ölüm döşeğindeki Bulgakov’un maskını yapıyordu. Lena bu maskın bir kopyasını da bana verdi. Ama Moskova’dan ayrıldığımda onu bir depoya attılar, sonra da kayboldu.
Evine pek çok insan geldi. Aralarında yazarlar çok azdı. Ölüyü, yakılacağı yere götürürken Sanat Tiyatrosu’nun önünden geçtik. Tiyatronun bütün oyuncularıyla memurları kapının önünde bekliyorlardı. Sonra Bolşoy’un önünden geçtik, orada sütunların yanına büyük bir kalabalık yığılmıştı.
Ne kadar çok kişinin kendisini uğurlamaya geldiğini göremedi.
SERGEY YERMOLİNSKİ
1
. (Rus.) Rus Çarlığı’nda ve Ukrayna’da kırsal bölgelerdeki özyönetim organı. (Y.N.)
2
. Rus mizah yazarları İlya Arnoldoviç Faynzilberg (1897-1937) ve Yevgeni Petroviç Katayev’in (1903-1942) ortaklaşa yazdıkları eserlerde kullandıkları isim. (Y.N.)
3
. (Açılımı, Novaya Ekonomiçskaya Politik.) Ekim Devrimi’nden sonra Sovyetler Birliği’nde uygulanan ekonomi politikası. (Y.N.)
4
.
Kibarlık Budalası
, olacak. (Y.N.)
5
. (Rus.) Bir Rus iskambil oyunu. (Y.N.)
BİRİNCİ BÖLÜM
“Söyle kimsin sen?”
“Sonsuza dek kötülüğü isteyen,ama sonsuza dek iyilik yapan bu gücün bir parçasıyım.”
GOETHE, Faust
1
Yabancılarla sakın konuşmayın
Sıcak bir ilkbahar günü biterken, Patriarşiye Göleti gezisinde iki yurttaş göründü. İlki kırk yaşlarındaydı; açık gri bir yazlık elbise giymişti, kısa boylu, şişman denecek kadar tombul, seyrek siyah saçlı, sinekkaydı tıraşlıydı. Yüzü, inanılmaz boyutlarda koskocaman bağa çerçeveli bir gözlükle örtülüydü. Oldukça iyi cinsten şapkasını, sokaklarda satılan börekler gibi avcunda buruşturmuştu. Ensesine ittiği kareli kasketinin altından karmakarışık kızıl saçları fışkıran iriyarı arkadaşı, bir kovboy gömleği, beyaz buruşuk bir pantolon, siyah keten pabuçlar giymişti.
İlki, kalınca bir edebiyat dergisinin genel yayın müdürü, Moskova’nın en büyük edebiyat kuruluşlarından biri olan, kısa adıyla MASSOLİT’in6 başkanı Mihail Aleksandroviç Berlioz’dan başkası değildi. Genç adama gelince; o da daha çok Biezdomni7 adıyla tanınan şair İvan Nikolayeviç Ponirev’di.
Yeni yeşermiş ıhlamurların gölgesine ulaşmalarıyla, üstünde “Bira ve Meşrubat” yazan renkli barakaya koşmaları bir oldu.
Bu tüyler ürpertici mayıs akşamındaki ilk tuhaflığı burada belirtmek gerek: Ne barakanın çevresinde, ne de iki yanı ağaçlarla kaplı Malaya Bronnaya Sokağı’na paralel geçitte birileri vardı. Güneşte kaynayan Moskova sokaklarında soluk alınmaz olduğu, Sadovaya çevreyolunun ötesinde bir yerlerde güneşin fırın gibi bir sise gömüldüğü bu saatte ne ıhlamurların altında gezinen vardı, ne de gelip banklara oturan. Ağaçlarla kaplı geçit ıssızdı.
Berlioz, barakayı işleten kadına, “Bana Narzan madensuyu verin,” dedi.
Kadın, nedense alınmış gibi, şaşkın bir sesle, “Narzan suyu yok,” dedi.
Biezdomni’nin sesi ıslığa dönüşüp çatallaştı:
“Biranız var mı?.. Biranız?..”
“Getirecekler,” diye karşılık verdi kadın. “Bu akşam getirecekler.”
“İçecek ne var peki?”
“Kayısılı madensuyu ama soğuk değil.”
“Olsun, verin, verin, verin!”
Kayısılı madensuyu bardaklara dolarken sarı sarı köpürdü. Ortalık berber dükkânı gibi koktu. Kayısı suyunu içen iki edebiyatçı hıçkırmaya koyuldular. Parayı ödeyip sırtlarını Bronnaya Sokağı’na dönerek bir banka çöktüler.
Yalnızca Berlioz’u ilgilendiren ikinci tuhaf olay o anda meydana geldi. Hıçkırığı birden kesildi. Yüreği, göğsünde büyük gürültüyle gümledi, sonra birden yok oluverdi, sanki bilinmeyen bir yere uçtu. Ardından da hemen döndü yerine. Yüreğine kör bir iğne saplanmış gibi geldi Berlioz’a. Ayrıca öylesine büyük ve tarifsiz bir dehşete kapıldı ki, o an tabanları yağlayıp ardına bile bakmadan kaçmak geçti içinden.
Kendisini ürküten korkunç şeyin ne olduğunu anlayamadan, büyük bir üzüntüyle, bakışlarını çevresinde gezdirdi. Sarardı, mendiliyle alnını kuruladı. Düşünmeye başladı: “Neyim var yahu? İlk kez böyle bir şey başıma geliyor. Anlaşılan yüreğim bana oyun oynamaya başladı… Aşırı yorgunluk… Belki de işi gücü bırakıp bir süre Kislovodsk’taki kaplıcalarda dinlensem iyi olur…”
Tam bunları kafasından geçirirken, önündeki boğucu hava bir anda yoğunlaştı; çabucak, saydam ve çok garip görünüşlü bir yurttaşın koyuluğuna dönüştü. Adamın küçücük kafasında bir jokey kasketi vardı, havaya karışan gölgesi, kareli, kötü bir ceketin içine gömülmüştü. Söz konusu yurttaş, upuzun boylu –iki metreye yakın– daracık omuzlu, inanılmayacak kadar da zayıftı. Yüzünde enikonu alaycı bir ifade olduğunu da bilmenizi isterim.
Berlioz’un hayatı, onu böylesi olağanüstü olaylara hazırlamamıştı hiç. Berlioz iyice sarardı, gözleri yuvalarından uğradı,