Bulgakov Mihail

Usta ile Margarita


Скачать книгу

sesle anlatmaya başladı: “Her şey çok açık. 14 Nisan'da gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında…”

      6

      . (Rus.) Açılımı, Moskovskaya Assotsiatsiya Literatorov (Moskova Yazarlar Birliği). (Y.N.)

      7

      . (Rus.) Evsiz. (Y.N.)

      8

      . Solovets Adaları, Arhangelsk yakınındadır; orada inzivaya çekilmek için bir kale-manastır vardır. (Y.N.)

      9

      . (Rus.) Bizim Marka. (Y.N.)

      10

      . (Rus.) Mişa, “Mihail” adının kısaltması. Aile arasında ya da yakın dostlar tarafından kullanılır. (Y.N.)

      2

      Pontius Pilatus

      14 Nisan günü, gün ağarırken Büyük Herodes Sarayı’nın iki kanadını ayıran avlunun sütunları altında, süvariler gibi ayak sürüyerek yürüyen, kan kırmızı astarlı koca bir beyaz pelerine bürünmüş bir adam göründü… Bu adam Filistin Valisi Pontius Pilatus’tu. Vali’nin yeryüzünde her şeyden çok nefret ettiği, gülsuyu kokusuydu. Gün ışıdığından beri bu koku peşini bırakmamıştı; bu, kötü geçecek bir günün habercisiydi.

      Vali’ye, bahçedeki palmiyeler, servi ağaçları da gül kokuyormuş gibi geliyor, sanki muhafız kıtası askerlerinden yükselen deri ve ter kokusuna da hafif bir gül kokusu karışıyordu.

      Vali’yle birlikte Kudüs’e gelen XII. Yıldırım Lejyonu’nun birinci bölüğünün yerleştiği sarayın arka salonlarından hafif bir duman yükseliyor, üst taraçadan avluya doluyordu; bölüğün aşçı yamaklarının sabah kahvaltısını hazırladıklarını gösteren bu acı dumana, şekerli ve inatçı bir gül kokusu karışıyordu.

      “Ey tanrılar, tanrılar! Beni böyle cezalandırmanız için ne yaptım size?.. Hiç kuşkum yok, hep o dayanılmaz, önüne geçilmez… Kafamın yarısına işkence eden yarım baş ağrısı… Bu acıya karşı ilaç bulunamadı, kurtuluş yok… Hiç olmazsa başımı oynatmamaya çalışacağım…”

      Fıskiyenin yanına, mozaiklerin üstüne çoktan bir koltuk çekmişlerdi. Vali, hiç kimseye bakmadan oturdu; elini, omuz seviyesine kaldırdı. Kâtiplerden biri saygıyla eline bir parşömen sıkıştırdı. Yüzünü buruşturmaktan kendini alamayan Vali göz ucuyla yazıyı okudu, parşömeni kâtibe uzattıktan sonra, güçlükle konuştu:

      “Celile’den gelen suçlu mu? Olay, eyalet valisine yansıtıldı mı?”

      “Evet efendim,” diye karşılık verdi kâtip.

      “Ne oldu?”

      “Eyalet valisi karar vermekten vazgeçti, Sanedrin’in11 ölüm cezasının onaylanmasını size bıraktı.”

      Vali’nin yanağı biraz titredi, sonra kısık bir sesle emretti:

      “Sanığı buraya getirin.”

      Derhal, bahçe merdivenlerini tırmanarak avluya giren iki lejyoner, yaklaşık yirmi yedi yaşındaki bir adamı ite kaka valinin koltuğunun karşısına getirdiler. Upuzun, eski, yıpranmış, yırtık bir mavi ceket vardı üstünde; beyaz takkesi alnını çevreleyen ensiz bezle başına tutturulmuştu, elleri arkasına bağlıydı. Sol gözü iyice şişmişti, ağzının yarılan kenarından sızan kan kurumuştu. Vali’ye kuşku ve merakla bakıyordu.

      Bir süre susan Vali, tatlı bir sesle Aramca sordu:

      “Demek halkı kışkırtıp Kudüs Tapınağı’nı yıktırmak isteyen sensin?”

      Vali, bu sözleri söylerken, bir heykel kadar hareketsizdi; yalnızca dudakları hafifçe oynadı; çünkü başını kasıp kavuran cehennem acısının etkisiyle sendelemekten korkuyordu.

      Elleri bağlı adam, bir adım ilerleyip konuştu:

      “İyi adam, inan ki…”

      Hâlâ kaskatı duran, sesini de pek az yükselten Vali, hemen onun sözünü kesti:

      “Bana mı iyi adam diyorsun? Yanıldın. Kudüs’te herkes, benim yırtıcı bir canavar olduğumu söylüyor. Söyledikleri de çok doğru.”

      Aynı tekdüze sesle ekledi:

      “Yüzbaşı Farezehri’ni buraya çağırın.”

      Birinci bölüğün komutanı, takma adıyla Farezehri, aslında Yüzbaşı Marcus, Vali’nin önünde çakıldığında sanki taraça büyük bir gölgeyle kaplandı. Farezehri, lejyonun en uzun boylu askerini bir baş geçiyordu. Omuzları öyle genişti ki, neredeyse yeni doğmakta olan güneşi örtüyordu.

      Vali, Yüzbaşı’yla Latince konuştu:

      “Suçlu, bana ‘iyi adam’ dedi. Kendisini hemen götürüp bana ne denmesi gerektiğini öğretin. Sakat bırakmamaya çalışın yalnız.”

      Kıpırdamadan duran Vali’nin dışında herkes, bakışlarıyla, tutukluya peşinden gelmesini işaret eden Farezehri Marcus’u izledi. Gittiği her yerde, genellikle boyundan ötürü gözler takılırdı Farezehri’ne; onu ilk görenler, fazladan, Yüzbaşı’nın yüzünün insan yüzü olmaktan çıktığını da eklerlerdi; yıllar önce burnu, bir Germen’in gürzüyle ezilmişti.

      Marcus’un ağır kısa çizmeleri mozaiklerin üstünde şakladı, elleri bağlı adam sessizce onun peşinden yürüdü. Avluya sessizlik çöktü, derin bir sessizlik; bahçedeki güvercinlerin kuğurdamasıyla çeşme fıskiyesinin tatlı sesinden başka gürültü duyulmuyordu.

      Vali, yerinden kalkıp başını fıskiyenin altına sokmak, hep öyle kalmak istiyordu. Ama bunun kendisine yararı olmazdı, biliyordu.

      Farezehri, bahçeye doğru inerken bronz heykelin önünde nöbet tutan lejyonerlerden birinin kırbacını alıp önemsemez bir hareketle tutuklunun omzuna hafifçe vurdu. Yüzbaşı’nın darbesi hafif ve kayıtsızcaydı, ama elleri bağlı adam, bacakları kesilmişçesine hemen yere yığıldı. Ağzı açık, boğulur gibi çekti havayı ciğerlerine, yüzünde renk kalmadı; gözleri artık anlamsız bakıyordu.

      Marcus, sol eliyle adamı yakaladı; boş bir çuvalmış gibi güçlük çekmeden kaldırdı, ayaklarının üstüne dikip genizden gelen bir sesle, Aramca, sözlüklerin kafasını gözünü yararak konuşmaya başladı:

      “Romalı Vali’ye sen, ‘Hegemon’12 diyeceksin. Başka şey demeyeceksin. Kıpırdamayacaksın. Beni anladın mı, yoksa seni döveyim mi?”

      Tutsak, olduğu yerde sallandı, düşecek gibi oldu, ama kendini toparladı. Yüzü renklendi, soluğu düzeldi, boğuk boğuk konuşmaya koyuldu:

      “Anladım. Dövme beni.”

      Az sonra yeniden Vali’nin karşısındaydı.

      Vali, zayıf, acılı, bir sesle sordu:

      “İsim?”

      “Benim mi?” diye aceleyle sordu tutuklu.

      Her halinde, aklı başında yanıtlar verip karşısındakini kızdırmamak isteği okunuyordu.

      Vali, alçak sesle, “Benimki değil herhalde,” dedi. “Kendi adımı biliyorum. Olduğundan aptal görünmeye çalışma. Evet, adını sordum, senin adını.”

      “Yeşu,” dedi tutsak, aceleyle.

      “Takma adın var mı?”

      “Ha-Nozri.”

      “Nerelisin?”

      “Gamla kentindenim,”