büyük bir doktorsun.”
Büzüşmüş, şişip kızarmış ellerini büyük bir zevkle ovuşturan tutuklu, “Hayır, Vali,” dedi. “Doktor değilim.”
Kaşlarını çatan Pilatus tutukluyu süzdü. Bakışlarını gölgeleyen sis kaybolmuştu; o bildik kıvılcımlar görünmüştü yeniden.
“Hem,” dedi, Pilatus, “sormadım sana… Latince de biliyor musun?”
“Evet, biliyorum,” diye karşılık verdi tutuklu.
Pilatus’un solan yanakları renklendi, Latince sordu:
“Köpeğimi çağırmak istediğimi nereden anladın?”
Tutuklu, aynı dilde karşılık verdi:
“Çok basit. Okşamak ister gibi gezdirdin elini havada –Pilatus’un hareketini yineledi– ve dudakların…”
“Peki, anladık,” dedi Pilatus.
Sustular. Pilatus Yunanca sordu:
“Demek doktorsun?”
“Hayır, hayır,” dedi tutuklu aceleyle. “İnan bana doktor değilim.”
“Peki, bu konuda bir şey söylemek istemiyorsan söyleme, sakla sırrını. Senin işinle hiçbir ilgisi yok. Demek halkı, tapınağı yıkmaya kışkırtmadığını söylüyorsun yine… Kudüs Tapınağı’nı yıkmaya ya da herhangi bir şekilde yok etmeye de kışkırtmadın ya?”
“Tekrar ediyorum Hegemon, kimseyi böyle şeyler yapmaya zorlamadım. Kafadan sakat birine benziyor muyum sizce?”
Vali, ürkütücü bir gülümsemeyle ama tatlı bir sesle, “Yok yok,” dedi. “Kafadan sakat biri olmadığın belli. Bütün bunların yalan olduğuna yemin et.”
Ellerinin bağı çözülen adam, büyük bir hevesle, “Neyin üstüne yemin etmemi istiyorsun?” diye sordu.
“Şey, örneğin hayatın üzerine,” dedi Vali, “hem tam sırası, çünkü hayatın pamuk ipliğine bağlı şu anda. Bunu bilmelisin!”
“Bu ipliğin ucunun elinde olduğunu mu sanıyorsun?” diye sordu tutuklu. “Sanıyorsan çok yanılırsın.”
Pilatus irkildi, dişlerinin arasından, “Bu ipliği kesebilirim,” diye mırıldandı.
Güneşten korunmak için ellerini yüzüne siper eden tutuklu, aydınlık bir gülümsemeyle, “Yanılıyorsun,” dedi. “Bu ipliği kim taktıysa onun koparacağını kabul edersin sanırım.”
“Tamam, tamam,” dedi Pilatus gülümseyerek. “Kudüslü salakların, senin izinden gitmeleri artık beni şaşırtmıyor. Dilini de kimin taktığını bilmiyorum ama bir karış dışarıda. Hem, Kudüs’e Altın Kapı'dan13 eşek sırtında, arkadan da haykırarak seni peygamber diye karşılayan bir kalabalıkla girdiğin doğru mu?” diye sordu Vali, parşömen tomarını göstererek.
Tutuklu, Pilatus’a şaşkınlıkla baktı.
“Hiç eşeğim olmadı, Hegemon,” dedi. “Kudüs’e Altın Kapı’dan girdiğim doğru, ama yürüyerek ve yanımda Matta Levi’den başkası bulunmadan. Hem bağıran da olmadı, çünkü o sırada Kudüs’te beni tanıyan yoktu.”
Pilatus, gözlerini tutukludan ayırmadan devam etti:
“Dismas, Hestas, bir de Barabbas adlı kişileri tanıyor musun?”
“Bu iyi insanları tanımam,” dedi tutuklu.
“Doğru mu?”
“Doğru.”
“Şimdi söyle bakalım; neden boyuna ‘iyi insan’ deyimini kullanıyorsun? Herkese böyle mi dersin?”
“Evet, herkese,” dedi tutuklu. “Yeryüzünde kötü insan yoktur.”
Pilatus, gülerek, “Bunu ilk kez duyuyorum,” dedi. “Ama belki hayatı yeterince tanımamışımdır.”
Kâtip yazmaktan çoktan vazgeçtiği halde, ona dönüp devam etti: “Bütün bunları not etmek gereksiz.”
Sonra tutukluya, “Hiç kuşkusuz, Yunanca bir kitapta okudun bunu,” dedi.
“Hayır, kendim buldum.”
“Vaaz verir misin?”
“Evet.”
“Peki, Farezehri dedikleri Yüzbaşı Marcus da iyi bir insan mı?”
“Evet,” diye karşılık verdi tutuklu. “Mutsuz biri olduğuna kuşku yok. İyi insanların yüzünü yaralamasından sonra, katı ve insafsız olmuş. Onu kimin bu hale soktuğunu bilmek ilginç olur.”
“Sana seve seve söylerim bunu,” dedi Pilatus. “Çünkü olaya tanık oldum. İyi insanlar –Germenler– kurda saldıran köpekler gibi üstüne üşüştüler. Kollarına, bacaklarına yapıştılar. Bağlı olduğu piyade tümeni tuzağa düşmüştü. Komuta ettiğim süvari birliği yan taraftan düşmanı yarmayı başaramasaydı, Farezehri’yle konuşma fırsatını bulamayacaktın filozof. Bakireler Vadisi’nde, İdistavisus Meydan Savaşı sırasında oldu anlattığım.”
Dalıp giden tutuklu, “Kendisiyle uzun uzun konuşmak fırsatını bulabilirsem, tepeden tırnağa değişeceğinden eminim,” dedi.
“Subay ya da askerlerinden biriyle konuşman lejyon komutanının hoşuna gitmez sanırım,” dedi Pilatus. “Hem böyle bir konuşmanın yapılmaması herkesin yararınadır; buna ben engel olurum en başta.”
O an, bir kırlangıç rüzgâr gibi avluya girdi. Yaldızlı tavana yakın bir çember çizip alçaldı, kanadının sivri ucuyla yuvasındaki tunç heykelin yüzüne dokundu, bir sütun başlığının ardına gizlendi. Oraya yuva yapmak niyetindeydi anlaşılan.
Kırlangıç avluda uçarken Vali’nin hafifleyip açılan kafasında bir çözüm yolu belirmişti: Hegemon, serseri filozof Yeşu’nun, takma adıyla Ha-Nozri’nin durumunu inceledi, hiçbir suç bulamadı. Özellikle, Yeşu’nun davranışlarıyla kısa süre önce Kudüs’te görülen karışıklıklar arasında hiçbir bağlantı saptayamadı. Serseri filozof bir akıl hastası izlenimi bırakmıştı üzerinde; bunun sonucunda da Sanedrin’in Ha-Nozri için verdiği ölüm cezasını onaylamadı. Ama hayalci, akıl almaz söylevlerinin Kudüs’te karışıklıklara neden olabileceğini düşünen Vali, Yeşu’yu Kudüs’ten sürdü ve Akdeniz kıyısındaki Kesari’de Vali’nin oturduğu kente hapsedilmesine karar verildi.
Geriye yalnızca, bütün bunları kâtibe yazdırmak kalıyordu.
Kanat hışırtısı, Hegemon’un başının tam üstünden geçti; kırlangıç kendini çeşmenin yalağına attı, sonra da havalanıp uçtu gitti. Vali, yanında ışıltılı bir toz sütunu yükselen tutukluya yöneltti bakışlarını.
“Bunun hakkında başka bir şey var mı?” diye sordu kâtibine.
Pilatus’a başka bir parşömen uzatan kâtip beklenmedik bir yanıt verdi:
“Ne yazık ki hayır.”
Parşömene göz atar atmaz, Vali’nin yüzündeki değişim belirginleşti. Başına kara kan mı çıkmıştı, yoksa başka bir olay mı meydana gelmişti, anlaşılamadı. Solgun derisi koyu bir renk aldı, bir an gözleri kayboldu sanki.
Herhalde başına çıkıp şakaklarını döven kanın etkisiyle olacak, Vali’nin garip bir şekilde görüşü bulandı. Tutuklunun başının havaya karışıp kaybolduğunu, yerine başka bir baş geldiğini görür gibi oldu. Bu çıplak başa, çiçeklerle süslü altın bir taç takılmıştı. Alnındaki yuvarlak yaraya sürülen merhem, derisini kemiriyordu. Ağzı sarkık ve dişsizdi; altdudağı şımarıkça büzülerek sarkmıştı.