dokunduğumda açıldı, içeri girdik. İki değirmen taşı, çevresi insan beline kadar gelen beton un haznesi ile çevrili vaziyette mahzun bir şekilde, zamana direnircesine, diplerinde oluklarla bekliyordu. Tarihin izlerini yansıtan taş yapılara ve heykellere benziyordu değirmenin parçaları bu haliyle. Mısır öğütmeye alışkın taşların suskunluğu insana büyük hüzün veriyordu. Telefonun ışığını açtım yakından görmek için. Taşların çevresi örümcek ağları ile kaplıydı. Üstünde mısırın öğütüldüğü ahşap hazneler ise, kim bilir hangi serseri tarafından kısmen yakıldığı için darmadağın olmuş, kalan parçalar da iyice kararmıştı. Eski, dokunaklı bir şarkıyı dinlercesine insanın kalbine işliyordu bu durum.
Taş duvarları incelemeye koyuldum. Çerçeveli bir şey dikkatimi çekti duvarda. Yakından incelemeye koyuldum. Bir gazetenin orta sayfası, yani yan yana iki sayfa çerçevelenip duvara asılmıştı. Telefonun ışığını yaklaştırdım hayretle. Gazete sayfası o anda alıp sürükledi beni. Değirmenin sahibi Abdullah Dede’nin anısına torunu tarafından yazılan yazı yer alıyordu gazetede. Siyah beyaz fotoğraflar ve gri bir zemin üzerinde üç kıtalık bir şiir eşlik ediyordu bu yazıya. Önce büyük bir merak ve hayretle yazıyı okumaya koyuldum. Okudukça merakım arttı. En sonunda da şiiri okudum, gözlerimin dolmasına engel olamayarak ve aşina olduğum bambaşka dünyalara yolculuk yaparak…
Mücadele ile geçen bir ömür, memleketimizin efsane değirmencisi, dedem Deli Abdullah’a dair…
O koca çınarı, dedem Değirmenci Abdullah’ı (nam-ı diğer Değirmenci Deli Abdullah) iki hafta önce iki köyün kesiştiği Yeşil Vadi’nin ıssız noktasında, evinin önünden dualarla son yolculuğuna uğurladık. ‘Değirmenci Abdullah Efendi’, ‘Onbaşı’nın Abdullah’ veya kimilerince de ‘Deli Abdullah’ olarak bilinen doksan bir yaşında bir ulu çınardı o. Yaşadığı coğrafyanın hırçın, inatçı, yiğit, mert, aynı zamanda da gani gönüllü karakterini giymiş gerçek bir Karadeniz insanı idi. Dağ, taş, ırmak dinlemeden çalışır, kayaları devirerek oluşturduğu setlerle ırmağın yatağından değirmenin kanalına su taşır, tam anlamıyla ekmeğini taştan, topraktan ve hırçın sulardan çıkartırdı. Dağlardan çıkardığı sert kayalardan kuyumcu titizliği ve alnının teri ile emek vererek değirmen taşları yontardı. Değirmen taşı işinde ustalığı öyle nam salmıştı ki, küçüklüğümde memleketimin ilçelerine, hatta komşu ilin köylerine su değirmeni kurmak için gittiğini hatırlarım.
Değirmenine atlarla, eşeklerle mısır çuvalı taşıyan her misafir için büyükannem müthiş üretkenliği ile illa ki sofra kurar, dedem ekmek varsa bölüşür, haksızlığa uğrarsa mutlaka savaşırdı. İşte bu yazı, hayatımda rahmetli babamla birlikte büyük bir iz bırakan bu sıra dışı yiğit insanla ilgili anılarıma, dünyamızdan bir kuyruklu yıldız gibi geçen ‘Değirmenci Deli Abdullah’la ilgili bildiklerime dairdir…
Irmağın kenarında, vadinin dip kısmında kurulu iki katlı ahşap ev ve dört yüz metre aşağısında ırmağın suyu ile çalışan taş değirmen arasında –gençlik yıllarında geçirdiği bir kazadan dolayı– hafif aksayan adımlarla yürüyen, eski ceketi, keçe pantolonu, başından hiç çıkarmadığı sekiz köşe kasketi ile heybetli bir insan. Giysileri, saçları çoğu zaman mısır ununa bulanmış fakat geniş yüzünden gülümseme eksik olmayan bir adam… Değirmenci dedemin hafızamda ilk beliren görüntüsü budur. Çocukluğumuzda en büyük eğlencemiz, evimize yaklaşık üç kilometre uzaklıkta bulunan değirmen yanına gitmekti. Farklı bir sevgi frekansı ile severdi dedemiz bizi. Değirmen yanı, dedemin evi demekti. Değirmen yanına gitmek ırmağın serin sularına girmek, değirmenin su kanalında akan suyu izin alıp keserek enfes lezzetteki tatlı su balıklarını yakalamak, olabildiğince hür ortamda oyun oynamak, mevsimine göre vişne, kiraz, armut, incir, üzüm ve cennet hurması gibi meyve türlerini dalından yemek, aşçılığı ile ünlü büyükannemin yaptığı börekleri, tereyağlı sıcacık mısır ekmeklerini tatmak demekti… Bereket ve özgürlük kaynağıydı değirmen yanı bizim için…
1926 doğumlu Değirmenci dedem inatçı kişiliğiyle gerçek bir mücadele insanıydı. Mütevazı şartlarda yıllar önce yaptığı ahşap ev, kırsal mimarinin mütevazı örneklerinden biriydi. Eldeki tomrukların, kerestelerin pratik bir zekâyla birleştirildiği bu eski evi şimdi bana hatırlatan tek şey Karadeniz illerinin az sayıdaki ahşap camileri. Hem vadinin ıssız, dingin yapısından, hem de evde kullanılan malzemelerden olsa gerek, bu ahşap evde uyunan birkaç saatlik uyku, insana iyi bir dinlenme hissini verirdi. Ergenlik yıllarımda bu ev benim için tam anlamıyla hayatın dertlerinden kaçış noktası, bir nevi manevi sığınak haline gelmişti. Ne yazık ki 1990 yılında sobadan sıçrayan bir alev neticesinde çıkan yangınla ahşap ev kül oldu. Yerine yapılan beton ev ise, hiçbir zaman eskisinin boşluğunu dolduramadı.
Dedemin hayatı genellikle ev ve değirmen arasında geçerdi. Bazen ırmak debisinde yağmurun veya sel sularının etkisiyle değirmenin içi su almaya başlardı, dedem büyük bir telaşla işe girişirdi. Sel ve taşkınlara karşı kazma, kürek ve balyozla insanüstü bir gayretle çalıştığını görürdük. Mevsimine göre fındık bahçelerine de el atardı. Heyelan kaynağı olan ırmak yatağının kenarındaki yamacı ıslah edip orayı ağaçlandırmak, dağlık alanları bahçe haline getirmek de onun emek verdiği işler arasındaydı. Ancak dedemin hayatının odak noktasını, büyük bir sevda gibi sahiplendiği değirmeni ve suyun kaynağının geldiği nehir oluşturmaktaydı. Belirli bir debideki suyu oluşturduğu setler ve yaklaşık bir kilometrelik kanalla (değirmenin anası derdik) değirmene akıtır, yüksekten gelen su kot farkı ile –tam anlamıyla bir baraj mantığıyla– hızla değirmenin taşlarını çeviren çarka düşer ve el emeği fabrika taşlarını çevirmeye başlardı. Geriye taşların üzerindeki ahşap hazinenin alacağı kadar mısır koymak ve hazinenin ağzını açıp taşın oluğuna düşmesini sağlamak kalırdı. Dedem mısırların belli bir ritimle düşüşünü, adeta bereketin değirmene dağılması gibi taş bölmeye un olarak serpilişini büyük bir keyifle izler, arada bir bakır kâsesi ile mısır ununun kalitesini kontrol ederdi. Değirmen çalışırken yayılan mısır unu ve taş kokusu unutulacak gibi değildi. Biz mısırların un haline getirilişini keyifle izlerken, Değirmenci Dedem gürültülü ortama rağmen un öğütmek için gelen misafiri ile sohbet etmeyi ihmal etmez, bir süre sonra da misafirini ısrarla evine yemek ve çay ikramına götürür, bazen de sıcak mısır ekmeği, tereyağı, peynir, baldan oluşan ikramlar değirmene getirilirdi.
Issız bir vadinin yakınında doğup büyüdüğü ve evini tam anlamıyla vahşi doğanın göbeğinde kurduğundan olsa gerek, tabiatla mücadele ve daimi ıslah çabası onun hayatının önemli bir kısmını oluşturuyordu. Bu sebeple nehir yatağında çalışmak, kayaları devirerek suyun akışını ayarlamak, değirmene gelen suyun kanalını düzenlemek dedem için olağan işlerdendi. Taşla, toprakla mücadeleyi bir hobi, bir sanat eylemi gibi icra ederdi. Sadece ırmakta çalışmazdı, vadinin kenarındaki yarı uçurum taşlık alanları da ıslah edip, bahçe haline getirmek için çabalardı. Bazen değirmen taşı çıkarmak için uzak yerlere gittiğini, taşı bir sanatkâr gibi yontup, adını bile yeni duyduğumuz köylere değirmen kurduğunu bir masal gibi anlatırdı bize. Bu nedenle çocukluğumuzun gizli kahramanıydı o…
Çalışkanlığının yanı sıra en önemli özelliklerinden biri de hakkını aramayı bilmesiydi. Hak arama çabaları, kendisinin başına zaman zaman işler açmış, sıra dışı maceralar yaşamasına sebep olmuştu. Issız bir vadinin dip noktasında tek bir hane olarak bulunan evinin yol sorununu çözmek için belediye başkanı ile giriştiği psikolojik savaşı çocukluğumdan hayal meyal hatırlarım.