evinde veya taşların kenarındaki ikramlar onun için yaşam kaynağıydı. Son yıllarda yaşlılığına ve rahatsızlığına rağmen değirmene yeniden su vermek için ırmağın içine girmiş, bu nedenle şifayı iyice kapmıştı. İlerleyen zaman onun için sağlık sorunlarıyla, yani zorlu bir imtihanla geçti. Ama inatçı ve mücadeleci bir adamdı dedem. Doktorun, “Birkaç günden fazla yaşayamaz, kendinizi ona göre hazırlayın, uzaktaki akrabalara haber verin,” demesine rağmen, dört yıl dört ay boyunca yaşama tutundu. Pes etmemişti ama ayağa kalkma çabaları artık sonuçsuz kalmaya mahkûmdu.
En son Kurban Bayramı’nda ziyaretine gittiğimizde epeyce keyifsizdi. “İyi değilim, yakında yolcuyum,” dedi aniden. İçimize adeta bir kurşun saplanmıştı…
Hissetmişti ecelin kapıyı çalacağını, kısa bir süre sonra, bir pazartesi gecesi hayata gözlerini yumdu. Alışamadık henüz, halen ev ile değirmen arasında veya yatağında gülümseyerek bize bakacak gibi geliyor. Onun yokluğunun ne derin boşluklar doğurduğunu yıllar geçtikçe idrak edeceğiz. Şair Orhan Veli’nin dediği gibi, “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!”
Fatih Kısaparmak’ın, “Bu adam benim babam” şarkısını hatırlatırcasına, kasketiyle hafızamıza ve yüreğimize kazınan yiğit insan! Karadeniz’in taşları delen ihtiyar delikanlısı! Şimdi sadece akrabaların değil, taş değirmenin de yetim, ırmak yanı da ıssız…
Mücadeleci, güzel bir tabiat insanı olarak yaşadı, ekmeğini, sevgisini paylaştı dedem. Mekânı cennet olsun…
Değirmen mi ağarttı saçlarını
Yoksa yılların yorgunluğu mu?
Devirecek misin yine nehrin taşlarını
Oluklardan akan sarı mısırın unu mu?
Neden kilitli değirmenin kapısı
Kalmadı mı insanın ahde vefası
Kul aldandı, nerede dünyanın tapusu
Yoldaşın kara toprak mı dedem?
İyiliğin yankılanır sonsuzlukta
Ekmeğini bölüştün kara yoklukta
Ağaçların kaldı mı susuzlukta
Bu son pek acı oldu be dedem!
Değirmenci Dede’nin hayatını anlatan bu yazıyı geçmişime yolculuk yaparak, gözlerim dolarak okudum. Gazete sayfasının fotoğraflarını çektikten sonra değirmenin kapısını kapatıp oğlum Ali ile birlikte eve doğru yol aldık.
Akşamüzeri, gündüz yaptığımız değirmen yolculuğunu babama anlattım. Onun da eski dostunu hatırlayarak gözlerinin buğulandığını yakaladım bir an.
“Hey gidi Abdullah Abi, sıra dışı bir adamdı be. Ne güzel, ne yiğit bir insandı. Elinde ne varsa bölüşürdü misafiriyle. Yalnız onun maceralarını anlatmaya derman yetmez. Ne adamdı amma!”
“Nehrin yatağında sürekli bir şeyler yaptığını hayal meyal hatırlıyorum.”
“Eskiden büyük yokluk ve çaresizlik vardı oğlum. Yiyecek ekmeği bulmak bile çok zordu. Tarla tapan yok denecek kadar az. Abdullah abi yokluğa karşı savaşır, tabiri caizse ekmeğini taştan çıkartırdı. Koca koca kayaları devirerek ırmağın yatağını değiştirip yeni tarlalar açardı. Oraya mısır, fasulye, kabak eker, fındık ocakları dikerdi. Her sel afetinde değirmenin suyunu sağlayan bentler yıkılır, o inatla yeniden ve daha güçlü bir şekilde onarırdı. Sonunda uzun yıllar boyunca yıkılmayacak bir şekilde bent inşa etmeyi başarmıştı. ‘Su akar yolunu, yatağını bulur’ derler ya. İnsan iradesi hafife alınabilecek bir şey değil oğlum. Bence suyun yatağını bazen insan azmi belirler. Değirmenci Abdullah, insan çabasının yatağın akışını değiştirebileceğinin numunelerini ortaya koyan bir adamdı.”
Tatil molasının sona ermesine çok az kalmıştı. Yola çıkmadan önce oğlumla birlikte bir defa daha yüzmek üzere ırmak kenarına indik. Karşıdan eski bir dosta gülümser gibi hüzünle baktım taş değirmene. İçimi okumuş gibi konuştu sordu oğlum:
“Neden artık bu değirmen çalıştırılmıyor baba?”
“Anlatmak zor, oğlum… Su ve ekmek çoktan bozuldu. Ne yazık ki devir değişti, insanlar değişti…”
Değirmene son kez bakarken şu notu düşmüştüm telefon defterime: “Her insanın ve her eski mekânın bir hikâyesi vardır. Geçmişten geleceğe uzanan. Ve bir değirmendir zaman, insanı da, mekânı da öğüten…”
Bakkal Rüstem
“Tek bir akide şekeri bile çocukları gülümsetiyorsa, küçük çabaların toplamıyla dünyada iyilik ve mutluluk inşa etmek aslında ne kadar kolay.”
Belli bir düzene bağlı olmasa da bahçesinde vişne, kiraz, elma, armut gibi meyve ağaçlarının ve çeşit çeşit çiçeklerin bulunduğu farklı renklerde gecekonduların yok edilmediği, kentsel dönüşüm veya toplu konut denilen devasa beton canavarının eski sokaklara kadar girmediği büyük şehrin kenar mahallesinde tanımıştım Bakkal Rüstem’i. 1990’lı yılların başındaydık ve yükseköğrenim için şehre yeni gelmiştim. Fakülteyi kazanıp kayıt yaptırmış, kalacak yer arayışına girişmiştim. Ancak devlet yurdunda kısmetim açık değildi, hangi kapıyı çalsam yüzüme kapanmıştı. Liseden üst devre arkadaşlarımın ikamet ettiği ve benim de misafir olarak kaldığım öğrenci evinde yer de yoktu. Böyle bir durumda insanın imdadına gurbetteki hemşerileri yetişir ya. Ben de öğrenim göreceğim fakülteye dolmuşla yarım saat mesafede evi bulunan hemşerimiz Azmi Bey’e telefon etmiş, kiralık eve ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Hızır gibi yetişmiş, o vakur sesiyle, “Gel yeğenim. Bizim evin altında iki göz odalı küçük bir ev var. Hemen bitişiğinde bakkal bulunuyor. Sana birkaç da eski eşya ayarlarız orada kalırsın. İstersen bir arkadaşın da seninle kalabilir,” demişti. Gurbetteyiz ne de olsa, o çaresizliğin içerisinde ilaç gibi gelmişti bana bu teklif.
Eşyalarımızın bulunduğu kocaman iki valizi sürükleyerek evin bulunduğu gecekondu semtine gitmek üzere dolmuşa binmiştik Hüseyin’le birlikte. Hüseyin liseden arkadaşım, aynı fakültenin farklı bölümlerini kazanmıştık. Kader bizi üniversitede de ayırmamıştı. Altı kilometrelik mesafeyi, ardı arkası kesilmeyen yolcu indirme bindirme hamleleri ile yaklaşık yarım saatte alabilmişti dolmuş. Kafamda yol boyunca, ‘nasıl yapacağız’ endişesi ve yeni bir hayata başlamanın heyecanı vardı. Endişemi gülümseyerek kapatmaya çalışıyordum nedense. Nihayetinde evin bulunduğu caddenin girişinde indik ve Azmi Bey’in tarif ettiği noktaya doğru yürüyüşe koyulduk. Yolun iki yanında eylül sonu olması nedeniyle yaprakları sararmaya veya kızarmaya başlayan kavak, çınar ve meyve ağaçlarının sıralandığı eski, ancak şirin bir gecekondu mahallesinin sokağıydı burası. Evlerin bahçe duvarlarına sarmaşıklarla birlikte sarı ve siyah üzümler pastel boya tabloları gibi eşlik ediyor, kasımpatılar o asil sarı duruşuyla demir kapıların ardından başkaldırıyordu. Kızıl renk sarmaşıklarla duvarları çevrili bahçeli bir evin kapısı önünde kaplan desenli tekir kedi uzanmış yavrularını emziriyor, avludan horoz ve tavukların sesi geliyordu. Sokağın ilerisine doğru adımlarken kırsal bölgeden gelen insanların yabancılık çekmeyeceği bir ortamı bulduğumuzu konuşuyorduk arkadaşım Hüseyin’le, bir yandan gittikçe ağırlaşan valizlerimizi sürükleyerek. Beş yüz metre kadar yürümüştük ki, yola bitişik iki katlı kırmızı evin altında bulunan, mavi zemin üzerine siyah harflerin işlendiği tabelasında ‘Bakkal Rüstem’ yazan dükkânın önünde bulduk kendimizi. Azmi Bey, bakkalın önündeki kaldırımda küçük bir masayı