Anneannemin genç yaşta (henüz annem yedi yaşında iken) vefatının ardından büyükannemle ikinci evliliğini yapan dedem, aradan yıllar geçtikten sonra dul kalmış olan gençlik aşkını da eş olarak almakta anlaşmış, ancak kadının yakınlarının karşı çıkması neticesinde tüm ilçede yıllarca konuşulan hadiseler yaşanmıştı. “Kimse bize engel olamaz” mantığı ile genç kadını kaçırmış, işin ilginç tarafı da bu kaçırma eylemine üzerine kuma getirilen büyükannem de yardımcı olmak durumunda kalmıştı. Ancak genç kadının yakınlarının şikâyeti üzerine, epeyce direnmesine rağmen dedem yakalanmış, bundan sonra da işin yönü değişmişti. Başlangıçta rızası olduğu düşünülen kadın, ağabeylerinin baskısı üzerine, “Zorla kaçırıldım” diyerek dedemden şikâyetçi olunca, dört aylık zorunlu bir cezaevi macerası hayatının dönüm noktası olarak belirmişti. Aradan geçen yılların ardından bu anneannemin de aktörü olduğu kaçırma olayı ailemizin kara mizah kaynağı haline geldi. Ancak biliyorduk ki, dedem o gönül yarasını hiç unutamamıştı.
Bir de muhtarlık hadisesi vardı dedemin. Girdiği muhtarlık seçiminde mahalle ahalisinden, “Bu memlekete deli lazım. Değirmenci Abdullah delidir, hakkını aramayı bilir, bizim de hakkımızı arar” mantığı ile tam destek almış, seçimi kazanmış, ancak masada kaybetmişti. Zira dedem ilkokul mezunu değildi, okuma yazması yoktu. Haliyle bu durum şikâyet konusu olduğunda, mühür kaybeden adaya verilmişti. Bunun neticesinde dedeme düşen, kendisini ispiyon edenleri taşa tutmak, arı kovanlarının arasında önüne katıp kovalamak ve pataklamak olmuştu. Benzer vakalar sebebiyle çıktığı mahkemelerde hâkimin, savcının karşısında da dik durmaktan, hakkında ısrarcı olmaktan kaçınmamış, argoya ve yer yer küfürlü konuşmalara kaçan bir üslupla savunma yaptığından ceza ile tehdit edildiğinde de geri adım atmamıştı. Zira inatçı kişiliği geri adım atmayı engelliyordu. Bu hadiselerden birinde mahkûm edildiği tazminat bedelini ödemeyi reddetmiş, on beş günlük hapis cezasına çarptırılınca da, “On beş günde dışarıda o kadar parayı kazanmam mümkün mü? On beş gün hapis yatarım, kazançlı çıkarım,” demişti. Bu tutum hâkimi de, polisi de şaşırtmıştı. Polis memurları, “Yapma dede, öde bu cezayı iş kapansın. Bu yaştaki adamın hapse girmesi olacak iş değil,” diye ricada bulunmuş, fakat dedem Nuh demiş Peygamber dememişti. Hadise, ancak dayımın devreye girip tazminatı ödemesiyle kapanmıştı.
Hakkını aramayı bilmesi, bazen büyük bir gürültüyle dışa vuran cesareti belki de aileyi büyük bir dramın eşiğinden de kurtarmıştı. Annemin anlattığına göre henüz küçük bir çocukken teyzemi kuduz olduğundan şüphelenilen sahipsiz bir köpek ısırmış. Dedem hiç riske girmeden ilçemizin yolunu tutmuş, sağlık ocağına gitmiş. Ancak 1970’li yılların imkânsızlıkları, ilçede ne yazık ki kuduz aşısı bulunmuyormuş. “Çocuğum ölürse bunun hesabını kim verecek?” diyerek feryat edip gürültü çıkarınca iş Kaymakamlığa kadar intikal etmiş. Neticede sağlık görevlileri dedemi ve teyzemi Trabzon’a kadar göndermiş ve aşı oradan temin edilmiş. Bu olayı anlatırken dedemin söylediği şu sözü unutamam: “Yeğenimin çocuğu kuduz aşısı yapılmadığı için ölmüştü. O çocuğun feryatlarını unutamam. Bu nedenle ne yapıp edip tedbir almaya mecburdum.”
Ben de henüz on iki yaşında iken, üstelik de göbekten tam beş gün boyunca kuduz aşısı olmak zorunda kalmıştım. Beni ayağımdan ısırıp sürükleyen ise, dedemin yeni aldığı için bize alışamayan ve sonrasında da uzun yıllar boyunca severek beslediği iri bir Kangal köpeğiydi. Bir kış gününde yoğun karların arasından yürüyerek dedemlere geldiğim için ayaklarım ıslanarak eve girmiş, çoraplarımı çıkarmaya çalışırken ahşap evin salonuna kadar giren köpeğin saldırısına uğramıştım. Hemen yardıma koşan dedem ve büyükannem arasında köpeğin zapt edilmemesi nedeniyle kavga çıkmış, kendi acımı unutarak onları ayırmaya çalışmıştım.
Şüphesiz onun en sıra dışı vakalarından biri köprü meselesiydi. Irmağın kenarında bulunan değirmenine karşı mahalleden öğütülmesi için at ve eşeklerle mısır getiren insanlar, dedemin yaptığı eski ahşap köprüden güçlükle geçiyordu. Yüklü binek hayvanları sahipleri eşliğinde geçerken köprü sallanıyor, insanı ha yıkıldı ha yıkılacak korkusu ile karşı karşıya bırakıyordu. Birkaç defa binek hayvanların köprüden düştüğü, bazen de atların ve eşeklerin toynaklarının tahtaların arasına sıkıştığı olmuştu. Köprünün sürekli onarımından bıkan dedem kalıcı bir çözüme, yani beton köprü yaptırmaya girişmişti. Ancak köprünün karşı yakasındaki ayağın oturduğu –ırmak kenarında olmasına rağmen– fındık bahçesinin sahibi ile anlaşmazlık yaşamıştı. Köprünün ayağı için –üstelik ırmak kenarında– verilecek birkaç metrelik yeri ne hikmetse çok görmüşler, iş yargıya intikal etmişti. Buna karşın iki bin iki yılında inatla beton köprüyü tamamladı, üzerine de Türk bayrağını astı. Ödülü ise şikâyetçi olunması nedeniyle kendisine karşı mahkemece verilen üç yüz yirmi yedi milyon liralık para cezasıydı! Bu ilginç olay, dedemin yaptırdığı köprü üzerinde elinde bayrağıyla çekilen fotoğrafla birlikte bir haber ajansı üzerinden, “Sen misin vatanını seven?” başlığıyla gazetelere yansıdı. Halen o beton köprü dedemin değirmeninin önünde sevdasının, özlemenin abidesi gibi ayakta duruyor. Ne yazık ki şimdi eski taş değirmenin önündeki köprüden mısır çuvalları yüklü atlar ve eşekler geçmiyor… Değirmen gibi, köprü de ıssız kaldı artık…
Dedemin tuhaf şakaları, aramızda uzun yıllar devam eden tatlı sert bir savaşa neden olmuştu. Ben daha ilkokulda iken, “Sevi evereceğim, sana dokuz çocuklu gebe baldızımı vereceğim,” gibi tuhaf esprilere başlayınca, öncelikle kendisinden kaçma, saklanma yoluna gitmiştim. Çocukluk ya, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını bildiğim halde son derece rahatsız oluyordum. Oysa bu şakalar dedemin beni sevme şekliydi sadece. O eve geldiğinde masanın altına girerdim, o kısa bir süre sonra beni bulur, yeniden garip şakalarına başlardı. Zamanla şakalardan iyice bıkmış, nefret etmiş, sonunda ona karşı yumruklu taarruza başlamıştım. Dedem bu saldırılardan daha fazla zevk almış, şakalarını ısrarla ben lise çağına gelip artık kendisine aldırmamaya başlayıncaya kadar sürdürmüştü. O ise evlilikle ilgili takıntısını kendisi için devam ettirmiş, uzun yıllar boyunca, “Bir kadınla olmuyor, bir daha evleneceğim. Kaçırdığım kadını tekrar alacağım,” deyip durmuştu.
İki katlı ahşap evinin aynı zamanda oturma odası olarak kullanılan geniş mutfağında, odun ateşiyle yanan kuzinenin üzerinde daima ıhlamur kaynardı. O dönemde evlerde çay ancak akşamları demlenir, kahvaltıda ıhlamur içilirdi. Çaya ‘kara çay’, ıhlamura ise ‘ıhlamur çayı’ denirdi. Sağlıklı bir ürün olan ıhlamurun tercih edilmesinin ana sebebi ise, evin etrafındaki dev ıhlamur ağacından çiçeklerinin toplanıp çaydanlığa ücretsiz olarak girmesiydi. Paranın değerli ve kıt, ancak her şeyin lezzetli olduğu yıllardı.
Dedem bir yandan ıhlamurunu veya çayını yudumlarken bir yandan da kilo ile aldığı filtresiz Birinci sigaralarını tüttürürdü ardı ardına. Günde üç paket sigara tükettiğini hatırlıyorum. Ancak damar tıkanıklığı yaşayıp dayımın kurnazca katkısı ile doktorun, “Sigarayı bırakmazsan bacağını kesmek zorunda kalacağız,” uyarısı sonucunda, üst düzey bir tiryaki olmasına karşın sigaraya veda etmiş, ömrünün kalan yıllarını daha sağlıklı geçirme kısmetini yakalamıştı. O gün bugündür, sigarayı bırakmakta zorlanan tiryaki arkadaşlarıma dedem gibi inatçı bir insanın bile nasıl vazgeçebildiğini