Samipaşazade Sezai

SERGÜZEŞT


Скачать книгу

bûdendleykin

      Çugorkânbehunhoregî tiz-cengî7

      dediği insanların arasında özellikle o zamanki haşin İspanyolların içinde kalamayarak Endülüs’ü terk etmek zorunda kaldıklarını kendi yüksek sanatları, dilini bilenlere söyler.

      Dünyanın en büyük ve en cani milleti olan Romalıların güzel sanatlarında hissin payı yok gibidir. Gökkubbeyi başında tutacak gibi görünen mermer direkleri birer düşüncedir. Mermer direkleri, mermer merdivenleriyle batan güneşin önünde al bir renk kazanan mağrur sarayları, sonsuzluğa karşı birer zafer tacı gibi durur. Namık Kemal’in, Süleyman Nazif’in eserleri gibi…

      Namık Kemal’in üslubunda atalarından gelen bir cihangirlik özelliği vardır. Kemal, Büyük Britanya kıyısındayken İngiltere’yi tarif etmek için diyor ki:

      (Bu tasvir, aynen değil; fakat anlam yönüyle böyledir.)

      “Denilebilir ki okyanusun her yükselişinde, dünyanın ihtiyaçları İngiltere’den gidiyor; çekilişinde, dünyanın bütün serveti adaya dökülüyor.”

      Kendi de böyledir. Kemal’deki anlam, yükseliş halinde olunca Türk fikir ve kalbinin bütün malzeme ve ihtiyacı, o deha kaynağından gelir. Çekilişinde ilhamın bütün hazine ve mücevheri o irfan âlemine dökülüyor. O anlam çekilişinin Kemal’e getirdiği incilerden bir tanesi de Süleyman Nazif’tir. O da ırkının bütün ateşlerini kalbinde, doğu güneşinden var olmuş üslubu kaleminde olduğu halde, her türlü saldırıya karşı Türk irfan sınırına konulmuş bir bekçi; edebiyatta okul gibi, gelip geçici modalar, inançlar gibi efsanelerin üstündedir. Sergüzeşt’i duygu üstadı Ekrem’in sonsuz kalbine ithaf ederek yükseltmek istemiştim. Bu eserin bir değeri varsa, o da şimdi yerin altında yatan; fakat sonsuzluğun en yüksek noktasında heyecanı bitmez tükenmez olan o kalpten almasıdır.

Vaniköyü, 4 Mart 1924 Samipaşazade Sezai

      SERGÜZEŞT

      1

      Rusya Kumpanyasının Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman, denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi, sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli gayet dar bir Çer-kes paltosu giymiş olan; yanında kendi kavminin kalpağı, elinde gümüşlü kırbacı olan Çerkes’e:

      “Safa geldiniz. Cariyeler nerede?” diye sordu.

      “İşte burada…”

      “Kaç tane?”

      “Üç…”

      “Güzel mi?”

      Çerkes, (esirlerin birini göstererek): “Şu mavi gözlere bak! Bir paşa, buna bir hazine verir…”

      Çerkes’le bu herif bir sandala, cariyeler de diğerine binerek vapurla Tophane İskelesi’ne doğru açıldılar. Çerkes’le beraber bulunan ve gayet iri cüsseli olan bu adam, Hacı Ömer isminde bir esirciydi ki insan ticaretinin hissiz kalbine verdiği merhametsizlik, kalbinin o büyük, yuvarlak gözlerine aksettirdiği bir çeşit vahşilik izleriyle bakışları bir kaplana benzerdi. Daha açıkçası; kendisinin de dâhil olduğu insanlığın – kişisel çıkarlarından başka-bir kısmına gelen felâketten etkilenmez; bir şarkıcının sesiyle bir kızın ağlamasını, bir sazın sesiyle,kusursuz ve masum bir güzelin yalvarışını ayrı tutmazdı. İnsanlık vazifesi olarak iki şeyi kutsallaştırmıştı: Biri, ticaretinin gelişme sebebi olarak odasının duvarına asılan kırbacı; diğeri, evine giren zavallı varlıkların kimsesizliği…

      Sandalın içindeyken o büyük, yuvarlak gözleriyle Çerkes’e bakarak ve birer yelpaze kadar büyük olan ellerini sallayarak esirleri pazarlıyordu. Pazarlık yolunda gitmezse kırk beş yaş ile elli arasında olduğunu gösteren ve siyahtan çok, kirli bir renge çalan kır sakalıyla esmer yüzündeki bir iki kaba buruşukluğu,nefrete lâyık bir şekil kazanırdı.

      Halayıklardan ikisi on altı, on yedi yaşlarında, Kafkasya’nın parlak iki güzeliydi. Üçüncüsü tahminen sekiz dokuz yaşında küçük bir esirdi ki saçlarıyla kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak omuzlarına oranla beli incecikti. Hele o siyah gözlerindeki zekâ pırıltısı sonsuz bir güzelliği gösteriyordu. Usta bir el tarafından hatları ölçülü bir şekilde çizilmiş; fakat rengi verilmemiş bir tabloydu; çünkü küçücük dudakları pek renksizdi. Bakımsızlıktan saçları seyrek, sefalet ve sıkıntılı yolculuğun etkisiyle rengi uçuktu. Gözlerinin etrafı ince bir siyah daireyle çevrilmişti. Bakışında, kafesin içine konulmuş bir kuşun ara sıra gökyüzüne bakışını andıran gizli bir hüzün ve keder görünürdü. Bu küçük kızın üzerinde dar ve baştanbaşa ilikli bir Çerkes paltosu, başında küçük, eski bir kalpağı vardı. Sandallar sahile yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman onları, esircinin karısı karşılayarak:

      “Bu ikisi güzel. Bu küçük kız hastalıklı bir şeye benziyor, bunu buraya ölsün diye mi getirdin?” dedi.

      Hacı Ömer de:

      “Biz de bunu bin liraya almadık ya! Yüksek Kaldırım’daki Mustafa Efendi’nin hareminin8 istediği gibi bir küçük…” cevabını verdi.

      O gece Çerkes, o evde kalarak üç günde, beğenilmemesi şartıyla geri getirilmek üzere üçünün de pazarlığını bitirdi.

      Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkesçe konuşmak yasaktı. Bir müşteriye gidip de her ne sebepten dolayı olursa olsun beğenilmeyerek gelen esirlere mutlaka on, on beş kırbaç vurulurdu.

      Bu eve gelişlerinden birkaç hafta sonraydı ki bir sabah,-Hacı Ömer o küçük esir Çerkes’e: “Haydi kalk, gideceğiz!” dedi.

      Çocuk, kendi yaşındakilere özgü bir tavırla yerinden hemen kalktı. Koşarak, beraber geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı. Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman çocuğun gözünde, küçücük ruhunun acısını ifade eden bir damla yaş göründü; sonra birdenbire hayatın acı yükünü hissetmeye başlayan adamlar gibi mini mini kaşlarını çatarak ciddi, üzüntülü, düşünceli bir yüzle esircinin iri ellerinden tutarak evden çıktı.

      Yürüyorlardı.

      Çocuk, sokakta giderken etrafından geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu.

      Tophane Meydanı’na geldikleri zaman orada birçok çocuğun gülüşerek, haykırışarak oynadıklarını gördü. Hislerinin geçtiği yer olan kalplerindeki arzuları hiç düşünmeden, o arzuya hemen uyuvermek, çocukların özelliklerinden olduğu için, kendisinden geçerek – yerde koşuşan bu varlıkların, gökyüzünde uçuşan kuşlarla bir ilgisi olmalı – kendilerinden bir topluluk gördükleri zaman onlara katılmayı isteme sevdasının yönlendirmesiyle hemen onların yanına doğru koşmaya başladı. Esircinin o büyük, o korkunç gözlerini birdenbire açarak, “Gel buraya… Şimdi kırbacı çıkarırım,” dediğini işitir işitmez yavaş yavaş geri döndü. Yanındaki gulyabaninin9 ellerini tutarak, kendisinin nasıl bir demirden esaret pençesi içinde olduğunu ilk kez hissetti.

      Yürüyorlardı.

      İkisi de hiçbir söz söylemiyordu. Köprünün üzerinden geçerken iki tarafa yanaşıp, kalkan vapurlardan gözünü ayıramıyordu. Birkaç adım daha ileri gidip de vapur düdüğünün sesini işitir işitmez bulunduğu yerde vücuduna bir titreme geldi; çünkü memleketinden ayrılıp gelirken Batum’da duran