o güzel; fakat renksiz dudakları titriyordu. Çakmakçılar Yokuşu’nu çıkarken ayaklarının sızladığını hissediyor; fakat korkusundan söylemiyordu. Gözüne, karşısındaki on adımlık yer, yürümekle bitmez tükenmez sonsuz bir mesafe gibi görünmeye başladı. Ayakları dolaşıp düşecek gibi oldu, sonra yine doğruldu.
Yürüyorlardı.
Bayezid Meydanı’na geldikleri zaman, gözlerini çevirip de bir tarafa bakmaya dermanı kalmamıştı. Bacakları, vücuduna bağlanmış birer kurşun gibi ağır gelmeye başladığından vücudundaki bütün kuvveti, bacaklarını sürüklemeye ancak yetişiyordu.
Hele şükürler olsun! Bayezid’de tramvay durağının yanındaki bir kahvehanede oturdular.
Yorgunluktan dermanı ve gücü kalmayan çocuğa o hasır iskemle, bir kraliçenin saltanat tahtına çıkması kadar huzur ve rahatlık verdi. Esirci bir simit, biraz da peynir aldı. Çocuk, bunları yedikten ve bir bardak da su içtikten sonra tramvaya binerek Aksaray’a, oradan diğer hattın tramvayıyla Yüksek Kaldırım’a indiler.
Esirci, küçük bir sokakta, tenha bir mahallenin içinde bir evin kapısını çaldı.
Öğleye rastlayan, bu sırada doğunun parlak güneşi bu küçük, bu tenha sokağı aydınlatırken kapısını çaldıkları evin üst kat pencereleri saçağın gölgesi altında kalıyor ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren güneş ışığı, evin iç tarafına doğru yayıldıkça sönüyor gibi görünüyordu. Yine bu sırada, öteki sokakta ortaya çıkan bir âmâ, elindeki değneği aralıklı ahenklerle kaldırımlara vurarak:
Devr-i lâ’linde baş eğmem bâde-i gül-fâma ben10
gazelini okuyarak geçiyordu. Evin kapısında bir köpek uyuyor, komşunun damında bir iki kedi dolaşıyordu. İnsan, bu sokaklarda yürüdükçe; sessizliğine, yapılış ve düzenlenişine bakarak kendini eski çağlara doğru seyahat ediyor sanırdı.
Evin kapısını açan bir halayık:11 “Safa geldiniz Hacı Ömer Efendi, buyurun,” dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra onları hanımın odasına götürdü.
Bir başörtüsüyle köşede oturan hanım şişman ve esmerdi; kaşlarına bir parmak genişliğinde rastıklar12 sürmüştü. Kaba bir yaratılış, çirkin bir kıyafete girmişti. Odaya girip de esirci:
“Git, hanımın eteğini öp!” dediği zaman küçük esir, gidip kadına sarılmak isteyince hanım, onu gayet sert bir tavırla geriye doğru itti. Kız, mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu.
Hacı Ömer şiddetle:
“Mindere oturmak senin haddin mi? Sen esirsin! Kalk, ayakta dur!” dedikten sonra hanıma doğru dönerek: “Kusuruna bakmayın, daha acemidir. Geleli birkaç gün oldu. Siz, istediğiniz gibi terbiye edersiniz,” diyerek mazeretini arz etti.
Çocuk, bu emirlere hüzünlü bir şekilde ve şaşkınlık içinde boyun eğdi. Bir taraftan hanım, çocuğun vücudunu eliyle yoklayarak ucuza almak için birçok kusur buluyor, diğer taraftan Arap halayık, çocuğu etraflıca inceledikten sonra:
“Hanımefendi boşuna, bu ölür,” diyordu.
Kısacası, iki tarafın da bilinçli bir varlıktan faydalanmak için hırs yıldırımı ve menfaat sevdasıyla saatlerce ettikleri pazarlık, kırk lirada karar kılındı.
Çerkes asıllı, dokuz yaşında kul cinsi bir esir kızı, sağlıklı olarak Harput eski Mal Müdürü Mustafa Efendi’nin haremine kırk adet Osmanlı lirası karşılığında sattığımı bildiren işbu senet, yazılarak adı geçen hanıma teslim edildi.
Edindiği alışkanlıkla bu senedi hızlı bir şekilde yazarak evden çıkıp gitti.
Hanımın verdiği emir üzerine Arap halayık, yanında sessizce boyun eğerek giden küçük kızı mutfağa indirdi. Yemek pişirirken ona da su taşıttı. Hanım, evin idare ve düzenini tam bir dikkatle yerine getirir ve korurdu; fakat çok bağırır ve çok çabuk sinirlenirdi. Kalın kaşlarını çatarak, sönük siyah gözleriyle bakışında bir çocuğu ağlatacak, bir adamı korkutacak kadar merhametsizlik görünürdü. Yalnız on iki yaşındaki Atiye ismindeki kızını mektepten dönüşünde kucakladığı zaman yaratılışındaki nezaket, yufka yüreklilik gibi kadınlara özgü yüce nitelikler, garip bir şekilde kendisini gösterirdi.
Bu özellikleri tamamen kızına özgü ve aitti; yoksa zaten çocukları hiç sevmez, kimseye acımazdı. Gençliğinde ara sıra kendisini döven kocasının vahşi davranışlarını görmüş ve en nazik yaratılan bir kadını bile en azgın hayvana döndürecek kadar etkili kıskançlığını çok çekmiş, hele bir zamandan beri kötü idarecilikten ve rüşvet aldığından dolayı yüce hükümetin adaletiyle kocasının görevinden alınmasının acısını ve kederini hissetmiş ve bunların hepsi, kalbine bir merhametsizlik, bir neşesizlik getirmişti.
Manevi hayat denen zihinsel meşguliyetlerden ve toplum içinde anne olmak için gereken medeni terbiyeden mahrum olduğu için daima halayıklarla uğraşır, onları merhametsizce döver, komşularının aleyhinde söylenir dururdu. Kocası aklanmak ve memuriyetini yeniden kazanmak için gündüzleri dolaşır, akşamları geç gelir, sabahları erken giderdi.
Akşam olunca Arap halayık – ki ismi Taravet – kendisinin yattığı, mutfağın üstündeki odaya gayet ince bir şilte, sert bir yastık, kirli bir yorgan koydu. Sabahtan beri yürümekten yorgun düşen bu esir, yatağın içine girdi. Evin yukarı kattaki penceresinden bahçedeki nar ağacının dallarına vuran bir şamdanın hafif ışığına gözlerini dikerek, yaratılışın sırlarının anlaşılmaz bin hissine uyarak, “Gece!” dedi. Yorganı başına çekti. Sessiz, derin, masum bir uykuya daldı.
Sabahleyin erkenden gözlerini açtığı zaman, karşısındaki nar ağacında bir kuş ötüyordu. Bir kuşun ötüşüyle bir çocuğun ruhu arasında bir bağ vardır. Yatağından kalktı, başını pencereye dayayarak kuşu seyretmeye başladı. Bu kuş, doğmakta olan güneşin aydınlığına karşı kanatlarını sallayarak uçtukça göğsünde, şafaktan topladığı kırmızı, mavi birtakım renkleri dalgalandırıyor; ağaca konduğu zaman yeni açılmış bir çiçeğe benziyordu. Bu seyre o kadar dalmıştı ki içinde bulunduğu tutkulu hayranlıktan onu, Taravet’in, “Gel yatağını kaldır!” diye bağırarak azarlaması uyandırdı. Taravet, eline bir süpürge vererek süpüreceği odaları, yapacağı hizmetleri; yukarıya, mutfağa taşıyacağı suları gösterdi.
İsmini, Dilber koymuşlardı; çünkü hanım,onu bu isimle çağırmaya başlamıştı. Zavallı Dilber sabahları erken kalkar, incecik şiltesini bin belayla kaldırır; odaları süpürür, kovaların içine birer parça su koyarak yukarı çıkarırdı.
Bir sabah yukarıyı süpürürken Atiye Hanım’ın oynadığını görünce süpürgesini olduğu gibi yere bırakarak yanına gidip oturdu. Oyuncağa şaşkınlıkla bakarken hanımın o korkunç sesiyle “Dilber!” diye bağırdığını işiterek bulunduğu yerde kaldı. Hanım, içeriye girip bu halayık parçasının kızıyla oynamak istediğini görünce Dilber’in kulağından tutarak onu, süpürgeyi bıraktığı yere getirdi.
“Sen işini bırakıp ne oynuyorsun?” diye bir tokat vurdu. Zavallı çocuk! Ağlamaya bile cesaret edemeyerek hizmetini görmeye başladı.
Her sabah hizmetini bin zahmetle görür, küçük bir kusur etse hanımdan, Taravet’ten tokat yerdi. Evdeki görevlerini yerine getirdikten sonra Atiye Hanım’la mektebe gider, akşamları çantaları elinde,dönerdi.
Aradan