anneciğini kucaklamak için gökyüzünün o tarafına doğru uzatarak, “Aman, imdadıma yetiş!” dedi, sonra şiddetli bir feryatla arka üstü düştü, bayıldı.
2
Derin bir uykudan uyandığı zaman kendisini, bilmediği bir evin, bilmediği bir yatağın içinde buldu. Karşısında, zamanın geçerken bıraktığı izlerle buruşmuş ihtiyar bir yüz, ihtiyar bir kadın, kendi ışığı biterken, ruhunun hafif ışığının yansımaya başladığı yumuşaklık ve şefkatle dolu gözlerini çocuğa dikmiş, titreyen elleriyle ilaç veriyordu. Hiç şüphe yok ki o merhametli bakış bu küçük için ilaçtan çok, kederli kalbinin dermanıydı. Siyah olduğu zaman sevdayı, beyazladığı zaman merhameti uyandıran saçları, yatağın içinde Dilber’in üzerine döküldüğü zaman ona, pek yakışmıştı. O uyuyan ve acı çeken ruhun yorganı da böyle nurani olmalıydı. Yattığı odada bir minderle onun köşesinde yine küçük bir minder vardı. Odanın ötesinde berisinde birer küçük şilteden ve bundan elli altmış sene önce yapılmış bir dolabın içinde Çanakkale testisiyle bardağından başka bir şey yoktu. Çocuk, yatağın içinde kalkıp da arkasını yastığa dayadığı ve yanına koydukları bebeği kucağına aldığı zaman, ihtiyar kadın konuşmaya başladı:
“Yavrucuğum, sen kimin kızısın?”
“Ben halayığım.”
İhtiyar kadın biraz düşündükten sonra o yumuşak ve titrek elleriyle Dilber’in saçlarını okşayarak, “Kimin halayığısın?” diye sordu.
“Hanımın.”
“Hangi hanımın?”
“Atiye Hanım’ın annesinin…”
İhtiyar kadın bir asırlık başını eline dayayarak biraz daha düşündükten sonra:
“Sen dün gece öyle geç vakit niçin sokağa çıkmıştın, kızım?”
Dilber, cevap veremedi.
“Öyle gece yarılarında çıkan hayaletleri düşünmeden, yaramaz çocuklara görünen umacılardan14 korkmadan buralara nasıl geldin yavrucuğum?”
Dilber yine cevap vermedi.
“Dün gece yatakta anneciğini sayıklıyordun. Annen kimdir? Şimdi nerede? Söyle evladım.”
“Bilmem…”
İhtiyar kadın gözlerinin yaşını sildi.
“Dur, sana torunumu göndereyim de beraber oynayın,” diyerek kapıdan çıktı.
Bir iki dakika sonra odanın kapısında bir çocuk göründü, yüz yüze baktıktan sonra çocuk yatağa doğru koştu, birbirlerinin boynuna sarıldılar. Dilber, bu çocuğun mektep arkadaşı Latife Hanım olduğunu yatağın yanına yaklaşana kadar anlamamıştı.
“Dilber sana ne oldu?”
“Hiç, ben kaçtım.”
“Niçin kaçtın?”
“Beni çok dövüyorlar. Çok hizmet ettiriyorlar. Sonra her dakika, ‘Pis Çerkes, pis halayık diyorlar.’ Oyun oynasam yasak. Üşüdüğüm zaman mangalın kenarına otursam Taravet, maşayla elimi yakıyor. Bak koluma!” dedi.
Gerçekten, yorganın içinden çıkardığı esmerleşmiş, katılaşmış kolunun üzerinde bir yanık izi vardı, sonra yine sözüne devam ederek:
“Bu yatağı aşağıya indirin de ben sizin esiriniz olayım. Sana su taşırım. Bebeklerini giydiririm, odanı süpürürüm, beni bırakma,” dedi.
Latife, “Seni burada dolaba saklarım, kimse bulup götüremez,” diye cevap verdi.
Bir çocuğun bir çocuktan yardım istemesini, diğerinin insanlık sevgisine açık olan küçücük, sevgi dolu kalbinin arkadaşça yönlendirmesiyle tek kurtuluş çaresi olarak, “Ben seni dolaba saklarım,” yolundaki masum ve koruyucu vaadini işitmek ne dokunaklı şeydir!
Bu gizli konuşmayla verdikleri kurtuluş kararı, ikisinin de meleklerin ağzıyla öpülmeye layık olan masum, temiz yüzlerinde sevinç ışığı olarak görünmeye başladı.
Zavallı çocuklar! Sizin o mini mini elleriniz, Asya’nın eski vahşetinin kullandığı ve birkaç asırdan beri insanlığın zorbalığı altında inlediği esaret zincirlerini kırmak için değil, belki kendiniz gibi küçük kuşları, güzel çiçekleri okşamak içindir.
Latife, koşarak büyükannesine bu kızın kimin halayığı olduğunu ve nasıl keder ve acı içinde bulunduğunu yanıp yakılarak, gücünün yettiği derecede tarif etti.
İhtiyar kadın, çok defa bu yaştakilere özgü ilahi tevekkül ve vicdan rahatlığından doğan yüce bir sessizlikle Dilber’in yanına geldi.
“Sen korkma benim güzel evladım,” dedi.
Sona yaklaşan bir ömür, yeni başlayan bir hayata bu rahatlık ve şefkatle teselli vererek örtünmek için başına bir örtü, dayanmak için eline bir değnek alarak sokağa çıktı. Yıkılmış, harap olmuş emellerin, yok olan ümitlerin durağı olan ve doksan seneyi aşkın bir zamandan beri çarpan bu kalbin en derin bir köşesinde bir kurtarma arzusu uyanmıştı.
Bir fener insana karanlıkta nasıl yol gösterirse bu arzu da ümitsizlik içinde bulunan bu ihtiyara öyle rehberlik ederek bir çocuğu kurtarıp Cenab-ı Hakk’a her gün arz ettiği ibadet ve kullukların birini de o gün yerine getirmek istiyordu. Doğru, Mustafa Efendi’nin evine giderek kapıyı çaldı.
Yine o sabah, Taravet uyanıp da Dilber’i yatağında göremeyince belki su taşımaya gitmiştir düşüncesiyle bahçeye baktı. Orada göremedi; evin her tarafını dolaştı. Yine bulamadı. Sonra aşağıya inip de sokak kapısını ardına kadar açık görünce kaçtığını ve gece yarısı kim bilir nerelerde kaldığını, belki de sokakta köpeklerin onu paraladığını düşünerek, Dilber’in bu yaşta kaçmayı bilmesi ve hanımını zarara uğratması gibi bir cinayeti aklı almayarak büyük bir korku ve telâşla hanımının odasına girip, “Ah hanımcığım, Dilber kaçmış. Dilber kaçmış!” diye feryada başladı.
Hanım bu haberi alır almaz şaşkınlık dolu bir dehşetle sordu: “Dilber mi kaçmış? Kız sen delirdin mi? O yaştaki bir çocuk kaçmayı ne bilir?”
Taravet, çocuğun kaçtığı yeri göremediğinden ortaya çıkan hırs ve öfke nedeniyle kararan yüzünde, karanlıkta sönük bir kandil gibi parlayan gözlerinin beyazını gösterdi. Sesi, korkudan titriyordu. Şaşkınlıktan, siyah bir piyanonun bir parça açılmış kapağından görünen beyaz kemikleri gibi parlak dişleri görünecek kadar açılan ağzı, telâşından tamamen kaybolmuştu. İyice düşünüp, hanımına gerçeği anlatmaya çalışarak, “Eğer kaçsa… Bohçası olmaz mıydı… Dolabı…Esvabı… Sokak kapısı ardına kadar…Açık…Yok… Hiç yok.”
Hanım birdenbire öfkelenerek, “Hep kabahat sende! Şimdi, şimdi gidip bul. Yoksa dayaktan canın çıkar,” deyince Taravet, başını örtüp, sokağa çıkarak geleni geçeni durdurup, “Bizim hanımın halayığını sen mi çaldın?” diye sordu.
İhtiyar kadın eve gidip Mustafa Efendi’nin hanımıyla oturduğu odaya girince hanım, ayağa kalkarak telaşla, “Ah hanım nine. Başıma gelenleri sorma. Benim o pis halayık, o pis Çerkes kaçtı,” dedi.
İhtiyar kadın sakinlikle ve yumuşaklıkla:
“Hayır kızım, senin cariyen kaçmadı, bendedir.”
Bu söz üzerine hanım, şaşkınlığından bulunduğu yerde cansız bir cisim gibi donakaldı.
İhtiyar