AHMED MİDHAT EFENDİ

FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ


Скачать книгу

bir şey öğrenemedi. Bununla beraber kızcağız, hoppa mı hoppa mı hoppa mı hoppa mı! Şen mi şen mi şen mi! Zıp zıp sıçrar! Ter ter tepinir! Kendisi yetişmiş, büyümüş olduğu için birkaç yerden görücüye gelmişlerdi. Özellikle pederinin meşhur serveti, her servet heveslisini çekiyordu. Ancak, görücülere Mihribân Hanım, oğullarının neci olduğunu sorar, “Kâtip” cevabını alınca “Oh! Cebi delik!” der, “Asker,” cevabını alınca “Yarım kunduralı,” der, “Hoca” cevabını alınca “Sarımsak başlı” der. Kısacası; her biri için bir kulp uydurup maazallah eğer görücüler: “A, hanım kızım! Niçin böyle söylüyorsunuz? Oğlumuz şöyledir, böyledir,” diyecek olursa bir püsküllü kahkaha koyuverip, “Oh, kalmış kalmışım da sizin oğlunuza mı kalmışım hanım! Oğlunuza başka yerden kız arayınız,” diye kalkar, yürüyüverirdi.

      Nasıl, Mihribân Hanım’ın bu kadar serbestliğine şaşırıyor musunuz? Şaşırmayınız; çünkü kızcağız, bir evin hanımı olarak büyümüş olduğundan gelen görücülere gelin yerine de kendisi çıkardı, kayınvalide yerine de kendisi. Görücü hanımlara verdiği cevabı ise bir kayınvalide sıfatıyla verirdi. İşte şaşıracaksanız, bu serbestçe kayınvalideye şaşırınız. Eğer şu Felâtun Bey ve Mustafa Merâkî Efendi ve Mihribân Hanım’ın durumlarını anlatmaktan size usanç geldiyse affınızı istemekle beraber son halleri olarak şunu da arz etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim.

      İşbu baba, oğul ve kız ya da kız kardeş, üçü bir yerde bulundukları zaman baba-oğul şayet Mihribân Hanım’ın bir çiçeğini veya eldiven giyişini beğenmeyecek olurlarsa kızcağızın üç gün, üç gece ağlayacağını bildikleri halde başına bir çiçek değil, saksıyı giymiş olsa bile pek fazla yakışık aldığına yemin etmeye mecburlardı. Felâtun Bey ise bir fikrini babası onaylamadığı zaman herifin cahilliğini ortaya koymaktan çekinmediği gibi zavallı adamcağız, Felâtun isimli oğlunun yanında utanmamak için beyefendi, her ne görüş ve düşünce bildirirse Mustafa Merakî Efendi, güya kırk yıldan beri o fikirde, o görüşte bulunuyormuş gibi onaylamakta acele etmeye mecburdu, hatta bir gün baba ile oğul arasında günlerin uzayıp kısalmasının ne sebebe dayandığına dair bir konu açılmıştı. Mustafa Merakî Efendi, bu konuda kendi fikrini söylemekten çekinerek oğlunun hikmetli fikirlerine gözünü dikerek bekledi. Hele çocuk, “Kış mevsiminde havalar bulutlu olduğu için bulutlar güneşin ışığını bize hızla ulaştıramaz, gecikir,” dediği zaman pederi, “Maşallah maşallah! Gerçekten Eflâtunlar aciz kalacak. Vallahi ben de öyle düşünüyorum, ama bir kere de sizin fikrinizi anlamak istedim,” demişti, ama inanınız ki herifçik, oğlunun bu fikrini gerçek bilgi olarak kabul etti, hatta oğluna ricayla, minnetle bu meseleyi kaleme de aldırıp zamanımızda çıkan bilim dergilerinin birisine yazılmak üzere matbaasına götürdüyse de kabul ettiremediğine öfkelenerek geri döndü.

      İKİNCİ BÖLÜM

      Önceki bölüm bize, hikâyemizi kendi isimlerine ilişkilendirdiğimiz iki kişiden birisinin özel durumlarını epeyce öğretti. Burada da yine böyle kısaca, Râkım Efendi’nin özel durumlarını görmeye muhtacız. Râkım Efendi dediğimiz çocuk, eski Tophane kavaslarından7 birisinin oğlu olup bundan yirmi dört sene önce pederi vefat edince validesinin elinde bir yaşında yetim olarak kalmıştı. Bir kavas, evlâdına ne bırakabilir? Bizim Râkım Efendi’nin babası ise Salıpazarı tarafında üç odalı çürük bir kümes ve bir de Arap cariyeden başka mal sayılacak hemen hiçbir şey bırakmamıştı.

      Validesi gayet kadın ve Fedayi isimli Arap cariye ise validesinden belki de daha kadın olduğundan kocasının ayrılık ateşi epey sönünce aklını başına aldıktan sonra validesi:

      “Fedayi! Artık aramızda hanımlık, halayıklık kalmadı! İkimiz de çalışıp kendimizi ve bir de şu yavrucağı beslemekten başka çaremiz yoktur,” dediğinde sadık Arap: “Ah hanımcığım! Sen neye çalışacaksın. Ben çalışırım; hem seni hem küçük beyimi, evlâdımı beslerim,” diye bütün idareyi kendi üzerine almayı göze almıştı.

      Bununla birlikte validesi, çalışma yükünü sadece Fedayi üzerinde bırakmadı. Kendisi el dikişi diker, oya yapar, çevre, uçkur işler ve bunları Salıpazarı’nda Fedayi’ye sattırır, diğer günler ise Fedayi’yi büyücek yerlere çamaşıra, tahtaya gönderir; arada bir, kendisi de gider; kısacası, ellerinin emekleriyle kimseye muhtaç olmadan geçinirlerdi.

      Râkım büyüdü. Beş yaşında Salıpazarı’ndaki Taş Mektep’e verilip on bir yaşında İstanbul tarafında Valide Rüşdiye Mektebi’ne alındı. On altısında oradan çıkıp Hariciye Kalemi’ne kendisini kabul ettirmeye yol buldu. Aman, bu çocuk ne kadar çalışıyordu! Hani ya “Gece gündüz çalışıyor,” derler ya! İşte gece gündüz gerçekten çalışan buydu. Evlâdını tam bu boya getirdikten sonra validesi vefat etmesin mi? Ama bu da hakkında bir nimetti. “Ah! Râkımcığımın bir kere insan içine karıştığını görsem hiç gözüm arkada kalmazdı,” diyor ve işte arzu ettiği bu nimete kavuştu.

      Râkım’da henüz aylık, yıllık yok. Sadık Fedayi hâlâ dikiş diker, mendil, çevre işler, kahve torbası diker; çamaşıra, tahta silmeye gider. Aldığı paradan evinin zorunlu harcamalarını ayırdıktan sonra kalanını, “Delikanlıdır, parasız kalmasın” diye tamamen Râkım’a verirdi; fakat Râkım’ın cep harçlığına o kadar ihtiyacı yoktu. Sabahleyin Süleymaniye’ye medreseye gidip saat dörtte oradan çıktıktan sonra kaleme, bundan sonra kalemde aldığı Fransızca dersini takviyeyle beraber, bu sırada bir kat daha ileriye gitmek için Galata’da bir hekime giderek akşam saat birde evine gelen ve yemekten sonra Kazancılar Mahallesinden Beyoğlu’na çıkıp yine Hariciye Kalemi’nde arkadaşı olan bir Ermeni’ye Türkçe okutmak ve bu hizmete karşılık onun birçok Fransız kitaplarını karıştırmakla vakit geçiren bir çocuğa paranın ne lüzumu kalır? Hatta cumaları bile Râkım, sözü edilen Ermeni arkadaşının kütüphanesinden çıkmazdı. O kadar ki ev halkınca ve ailece Râkım’a güvendiklerinden pazar günleri Hariciye Kalemi tatil olunca Râkım yine arkadaşının evine gidip de eğer o gün ailece bir yere gidilecekse Râkım’ı kütüphane odasına kapatırlar, öyle giderlerdi. Râkım için böyle bir gün, ne mutlu gündü.

      Bizim Râkım Efendi bu şekilde tam dört sene boyunca tahsile devam etti. Koca Fedayi dadı, halk mutfaklarında kül kömür olarak hanımın kendisine emanet bırakmış olduğu göz nurunu, hor ve hakir bırakmak şöyle dursun, âdeta hâli vakti yolunda bir adam evlâdı gibi yaşatmayı başardı; lâkin Râkım Efendi’nin aldığı terbiye ve gördüğü tahsil öyle her hali vakti yolunda adam evlâdına nasip olamaz. Kendi isteği ve dadısının yönlendirmesi ve teşviki sayesinde Arapçadan gramer filândan başka Risâle-i Erbaa’yı,8 açıklamalarıyla beraber lâyıkıyla gördü. Hele mantık tarafını, mantığın önermeler bölümünün sonuna kadar pek kuvvetli öğrendi. Hadis ilminde ve tefsirde oldukça pay kazandı. Fıkhı da gözden geçirdi. Farsçadan Gülistan,9 Baharistan,10 Bostan,11 Pend-i At-târ,12 Hâfız13 ve Sâib’i14 tamamlamaktan başka en seçkin parçalarını ezberledi. Fransızcaya gelince: Bir kere, dilde ustalık kazandı. Sonra Galata’daki dostundan fizik, kimya, biyolojiyi oldukça öğrenip Beyoğlu’ndaki Ermeni dostunun kütüphanesinde de coğrafya, tarih, hukuk ve devletlere dair lüzum derecesinin üstünde de bilgi topladı. Hele okuduğu Fransız romanlarının ve tiyatro eserlerinin ve şiirlerin ve edebiyatının âdeta