AHMED MİDHAT EFENDİ

FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ


Скачать книгу

nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler. Özellikle memleketimizde bilenlerin en çoğu bildiklerini nasıl öğrenmiş olduklarını bilmezler. İşte Felâtun Bey de bildiği şeyi nasıl öğrenmiş olduğunu bilmeyenlerdendi. Pek şaşırmayınız. Biz, bir efendi gördük ki gerçekten kâtip ve güzel yazı sahibiyken divânî kırması22 olarak cümlesi bir yerde ve birbirine bitişik şekilde yazdığı “bulunduğundan” kelimesinin o bitişik görüntüsünün ortasında her tarafını göstermekten ve tariften aciz kaldı. Felâtun Bey, tutulduğu mahcubiyet üzerine daha fazla duramayıp biraz sonra kalktı, gitti. Râkım ise, bey gittikten sonra ne bilgisi ne de cahilliği hakkında bir harf söylemeyip yalnız kendi işiyle meşgul olmuştu; fakat akşamüzeri giderken kızlar ve pederi ve validesi hazır olduğu hâlde, “Efendim, böyle haftada bir ders hanımlar için az ve bana ettiğiniz iyiliğiyse hizmetime göre çok görüyorum. Rica ederim dersleri haftada iki defaya çıkarmak için müsaade buyurunuz,” demiş ve bu ricası memnuniyetle kabul edilmişti.

      Bir ay süre zarfında Râkım Efendi’nin Mister Ziklas’ın evinde kazandığı yakınlığın derecesini sorar mısınız? O kadar ki aile arasında yalnız hoca sıfatıyla kabul edilmiyordu. Belki aile dostu; namuslu, terbiyeli, mahcup, bilgili, olgun bir kişi olmak üzere kabul edilip hakkında ona göre karar veriliyordu.

      O akşam Râkım, evine biraz erkence geldi ve evinde de fevkalâde bir şey gördü. Gördüğü fevkalâde şey ise Canan’ın orada bulunmamasıydı.

      Râkım: “Dadı! Canan nerede?”

      Fedayi: “Buradadır beyim!”

      Râkım: “Buranın neresinde? İşte evimiz üç oda, bir sofadan ibaret. Her yere baktım yok.”

      Fedayi, biraz bozularak: “Buradadır beyim. Şimdi gelir.”

      Râkım: “Canım neredeyse söyle. Söylenmeyecek bir yerdeyse onu da söyle. Benden saklı bir işiniz var diye mi düşüneyim?”

      Fedayi: “Vallahi beyim, biz bu işi senden saklı görmeye karar vermiştik, ama hata etmişiz.”

      Râkım, telâşla: “Ne oldu canım?”

      Fedayi: “Bir şey olduğu yok. Komşumuz (…) Beyefendi, cariyeleri için piyano öğretmek üzere bir madam tayin etmiş. Biz de heves ettik. Sana söylemiş olsak şayet izin vermezsin diye korktuk da…”

      Râkım, biraz öfkeyle: “Evet dadıcığım! İzin vermezdim. Hâlâ da iznim yoktur. Canan piyano öğrenmek hevesine düşmüşse hiçbir arzumuzun gerçekleşmesine engel olmayan Cenabı Hakk, bu arzunun gerçekleşmesini de kolaylaştırır. Sana fikrimi doğrudan doğruya söyleyeyim mi? Sen yanında olmadıktan sonra Canan’ın sokak kapısından dışarı çıktığına razı değilim. Sen yanında olduktan sonra nereye istersen al götür. Dünyanın hâli acayiptir, sonra kıza verdiğimiz terbiyeyi kabul ettiremezsek yazık etmiş oluruz.”

      Bîçare Râkım, bu sözleri öyle bir edepli tavırla söyledi ki dadısına anlatmak istediği düşünceyi Fedayi, fazlasıyla anladı. Aradan yarım saat kadar zaman geçtikten sonra Canan da geldi. Beyi eve gelmiş bulunca huzuruna çıktı, ama korkusundan titreyerek çıktı. Yani Râkım, bir sert söz söyleyecek olsa kıza âdeta bir fenalık geleceğini hâlinden anlamıştı.

      Bunun üzerine Râkım: “Gel bakayım Canan. Gel korkma yavrum. İşte ben dadıma tembih ettim. Bundan sonra nereye gitmek isterseniz dadımla beraber gitmeye izinlisiniz; fakat dadım olmayınca kapıdan dışarıya çıkmana rızam yoktur. Sen piyanoya mı heves ettin kuzum? Ben sana piyano alırım. Ben de buraya senin için muallime getirebilirim.”

      Zavallı kızcağız, efendisi kendisini azarlamadıktan başka piyano alacağını da vadettiğini işitince sevincinden efendinin boynuna sarılacağı geldi. Bu iyiliğe teşekkür edecek oldu; lâkin Türkçeyi daha lâyıkıyla becerememekte olduğundan söyleyeceği söz de ağzında kaldı. Bundan sonra artık Râkım’da bir piyanoyla bir de piyanocu arzuları baş gösterdi. Her akşam evine gelip de Canan’ın yüzünü görünce güya kızın yüzü, “Hani ya vaadin?” diye soru soruyormuş zannederek üzülüyordu. O ara mevcut parası yirmi beş-otuz lira verip de bir piyano almaya müsait değildiyse de bu uğurda bir borca girmeyi göze almak Râkım için işten bile değildi; fakat asıl mesele usta meselesiydi ki ayda dört-beş lira usta ücreti vermek Râkım için güçtü.

      Bir gün Râkım, yine Beyoğlu’nda Matio Ancel adında bir Fransız dostunun evinde bulunuyordu. Salonda bulunan dört beş kadın, piyano çalıyorlardı ki bunların birkaçı da Matio’nun karısı ve kız kardeşi gibi akrabasıydı. Râkım’ı herkes sevdiği gibi bu aile de pek sevdiğinden o gün orada hazır bulunanlar için başkaca bir memnuniyete sebep oldu, hatta Râkım tarafından dolaylı şekilde edilen rica üzerine esmer ve güzel bir madam, piyano başına geçip, “O dökülen kumral saç” ile “Hüsnünde varken” gibi birkaç alaturka havalar da çalmıştı. Orada bulunanlar bu havaların Râkım’ı memnun edeceğini hesap ettikleri hâlde bilâkis kederlendiğini görerek şaşırdılar. O kadar ki sebebini sormaya bile mecbur oldular. Râkım: “Adam! Bende olan çocuklukları bilmez misiniz?” diye savunma yapmak istediyse de kimisi Râkım’ın bir aşk ateşiyle yandığını, kimisi başka bir şeye bağlandığından Râkım: “Hayır efendim hayır! Gönlüm gerçekten pek hassastır. Ancak henüz bir kayıtla bağlı olmayıp özgürdür. İşin içinde başka iş var. Bir cariyem vardır ki piyano çalmayı merak ederek (…) Bey’in evine gelen bir muallimeden diğer cariyelerle beraber ders almaya gidiyormuş. Henüz acemi, henüz âlemde bir şey değil. Âlemin var olduğunu da bilmeyen bir kızı öyle her yere göndermek merakıma elvermediğinden yasakladım. Kendisine piyano alacağımı da vadettim, aklıma yine o geldi de…” diye halini söyledi. Derken bahsi geçen esmer madam, ayağa kalkarak: “Evet efendim! Siz benim en yetenekli öğrencimi elimden aldınız. Ben öteki aşüftelere bir şey öğretemiyorum. Beş hafta oldu ki o kızı dersinden alıkoydunuz. Şimdiye kadar daha ileriye giderdi,” deyince Râkım, bu tesadüfe şaşırdı.

      Râkım: “Demek oluyor ki muallimesi sizdiniz madam.”

      Madam: “Evet efendim, o şerefle şereflenmiştim.”

      Râkım: “Estağfurullah! Fakat…”

      Madam: “Yok! Kızı ahlâkı için yasakladınızsa haklısınız; çünkü arkadaşları pek şeytan şeylerdi.”

      Matio: “Güzel, ama şimdi bunun çaresi?”

      Râkım: “Vallahi efendim çaresi, madama bizim kız için rica etmektir, ama…”

      Matio: “Evet! İşte o aması fena. Ben de bilirim ki fena… çünkü bizim baba Râkım, öyle bir liraya filana muallime getirtemez ki!”

      Esmer madam: “Özellikle ki ben Râkım Efendi’ye bir liraya da gitmem! Daha çok bir şey için gitmek isterim.”

      Orada bulunanların cümlesi: “Nedir bakalım o çok şey?”

      Esmer madam: “Büyüktür efendim, büyük! Râkım Efendi’nin dostluğu! Eğer bana dostluğuyla ödeme yaparsa her hafta (…) Bey’den çıkınca onun cariyesine de giderim.”

      Râkım, büyük bir teşekkürle: “Demek oluyor ki bizi iki başlı ihya edeceksiniz efendim.”

      Esmer madam: “İşte benim pazarlığım budur! İşinize gelirse…”

      Esmer madamın adı Yozefino’dur. Madam Yozefino, Râkım hakkında bu yardımı vadetmesi üzerine yalnız Râkım’ı değil, bütün cemiyet halkını memnun etmişti.

      Yozefino: “Bak, yalnız bir şey var ki o olmazsa olmaz. İyi bir piyano isterim. Öyle olur olmaz piyanoya ben parmaklarımı dokunduramam. En azından sekiz yüz frangı gözden çıkarmalı.”

      Orada bulunanlar: “Öyle ya!”

      Râkım: