konuşuyoruz. “Babamı anlamıyorum,” diyorum ona. “Sanki savaşta olduğumuza inanmak istemiyor. Her şeyin yolunda olduğunu söyleyip duruyor. Oysa değil ve ben korkuyorum.”
“Belki o da farkındadır ama bunu sana itiraf etmek istemiyordur,” diyor Françoise bir cesaret. “Eminim o da senin kadar korkuyordur. Ama fikir ayrılıklarınız olsun olmasın, yine de çekip gidemezsin Flore,” diye ekliyor. “Annenle babana bunu yapamazsın.”
Françoise’ın korkacak bir şeyi yok. O bir Katolik, ünlü bir tarihçinin kızı. “Babama kimse dokunmaz,” diyor bana. “Önemli tanıdıkları var.”
Sonra bir Chopin prelüdü çalıyor. Ona bakıyorum ve önemli bir tanıdığım olmadığını fark ediyorum. Olsaydı fark eder miydi? Evet, ederdi. Ama Yahudilerin artık önemli olmak gibi bir seçeneği yok.
Kısa bir süre gözlerimi kapıyorum ve Françoise’ın icrasını dinliyorum. Nerede olduğumu unutuyorum. Kim olduğumu. Yahudi bir kız değilim. Oyuncakçı dükkânının dışında olup bitenleri görmeyi başaramayan bir adamın kızı değilim. Çünkü babamın gerçekliği çarpılmış durumda. Almanlar onun hayali çocuk bahçesindeki oyuncaklar gibi adeta. Dükkânının vitrininde sergilenen, uygun adım yürüyen asker koleksiyonu gibi.
Yakında tüm zemberekler boşanacak, kimse de onları tamir edemeyecek.
2
Babam bir gün dükkânından getirdiği iki kuklayla eve geliyor. Kuklaların yüzlerindeki boya sıyrılmış. Neye benzediklerini halen hatırlıyorum. Bir tanesi karo desenli kostümü, başında üç köşesi kalkık bir şapka olan bir soytarı. Diğeri de bir cadı. Sivri tepeli siyah bir şapka ve puanlı bir elbise giyiyor, bir de süpürgesi var. Onları biraz ürkütücü buluyorum, babamsa küçük bir çocuk gibi, düpedüz büyülenmiş görünüyor. Onu görebiliyorum, mutfak masasına oturmuş, küçük bir fırçayla yüzlerindeki boyanın üstünden geçiyor. Maharetine ve konsantrasyonuna hayran olmamak elde değil. Ama başka bir şey daha var. Pusuya yatmış bekleyen bir şey. Felaket habercisi olan. Babamın kontrolünü kaybediyor olabileceğine delalet eden bir şey. Oysa konuşması tuhaf bir şekilde tutarlı. “Bunun geçici bir durum olduğunu anlamıyor musun? Sabırlı olmalısın! Bana inanmalısın! Neden bana inanmıyorsun?”
“Yanılıyorsun da ondan!” diye bağırıyorum. “Çevremizde olup bitenlere baksana!”
“Bana karşı gelmeye kalkma sakın!” diye bağırıyor o da bana. “Ben neler olduğunu gayet iyi biliyorum!”
Annem araya giriyor. “Lütfen,” diyor, “bu konuda tartışmayalım.” Babamın elini usulca kavrıyor. “Babandan daha vatansever bir adam daha yoktur,” diyor sesinden okunan bir gururla. “Elinde olsaydı bu ülke uğruna savaşırdı.”
“Ama esnaf Maurice Baum’un ülkesi uğruna savaşmak isteyip istememesi Vichy hükümetinin umurunda değil, anlamıyor musunuz?” diye bağırıyorum. “Bizi kurtarmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar! Kıllarını bile!”
“Saçma sapan konuşmayı kes,” diye çıkışıyor babam. “Hem Charles de Gaulle’ün yeğeninin en iyi müşterilerimden biri olduğunu da unutma. Çocuklarına oyuncak almak için daima gelir dükkânıma. Hanımefendi durumu bir konuşacak. Bana söz verdi. Ben de ona inanıyorum.”
“Kimle konuşacakmış baba? Charles de Gaulle’le mi?”
Babam duraksıyor. “Kimse kim, sözü geçen biri olacak ya sen ona bak,” diye yanıtlıyor nihayet. Ayağa kalkıyor ve birden gözüme küçük görünüyor. Ufalmış. Siyah ayakkabıları boya istiyor, mavi takım elbisesinin yakasında nokta nokta kepekler var. Genelde şefkatli olan yüzü gergin ve ciddi: Belki o da endişeleniyordur. Belki Françoise haklıdır. Belki delirmiş filan değildir, sadece gerçeği kabul etmek istemiyordur, o kadar. Tehlikede olduğumuz gerçeğini. Bütün Yahudiler tehlikede. Gel gör ki salonumuzda oturmuş zaman öldürüyoruz.
Çevremize bakıyorum. Odanın merkezine düşen bir ışık huzmesi kusurları ortaya seriyor. Toz zerrelerini. Sandalyelerin bazılarındaki çatlakları. Rengârenk kilimdeki deliği. Pencere pervazındaki örümcek ağını. Gözden düşmüşüz biz.
Karanlığın ilmekleri etrafımızı yavaş yavaş sararken sadece seyirci kalmak geliyor elimden.
3
Annem her sabah sarı Davut yıldızını göğsüne iğnelemeyi unutmamaya dikkat ederek yiyecek aramak için evden çıkıyor. Artık her zamanki dükkânlardan et, yumurta veya süt alamıyoruz, o yüzden bunları başka yerlerde aramak zorundayız.
Bize karaborsadan ekmek buluyor. Sebze namına sadece sarı şalgam ve yerelması bulunabiliyor. İkisinden de nefret ediyorum ama yine de yiyorum. Başka seçeneğimiz yok. Kendi toprağımızda parya olup çıktık. Sorbonne’a devam etmeme artık izin verilmiyor. Biricik öğretmenim André Stein tutuklanıp götürüldü, hâlâ daha ondan bir haber almayı bekliyoruz. Yahudi çocuklarına bütün çocuk parkları yasaklanıyor. Hiçbir şey demiyoruz. Metronun son vagonunda oturmaya mecbur bırakıldığımızda yine bir şey demiyoruz.
Evde yemeklerimiz kasvetli bir hal aldı. Annemle ben çıt çıkarmadan otururken babam durmamacasına konuşuyor. Oyuncakçı dükkânından, sadık müşterilerinden, milletin nasıl kandırıldığından, Almanların söylediklerini – ki buna Yahudileri sınır dışı etmek veya insanların dedikodusunu yaptığı ne varsa hepsi dahil – yapmayı sahiden başaracağına nasıl da saf saf inanır hale geldiğinden söz ediyor. “Duyduğuna asla inanma,” diye tekrar ediyor babam, bir mantra gibi.
Akşam yemeğinden sonra gramofona bir plak koyuyor, genelde de Maurice Chevalier plağı. En çok da ezbere bildiği “Pour toi Paris” şarkısını seviyor. Bir keresinde yüzleri yeni boyanmış o kuklaları eline alıyor. Odanın orta yerinde durup kuklaları müzik eşliğinde dans ettirirken kendi de onlarla birlikte şarkıyı söylüyor. “Pour toi, Paris. Pour la route qu’avec toi on a suivie, pour toi, Paris.”2 İnsanın gözünün önünden silinmeyen bir imge bu. Babamın bir sağ bir sol bacakları üstünde dönüp duran o ipli kuklaları oynatışı ve oturma odamızın loş ışığında Maurice Chevalier’ye eşlik ederek şarkı söyleyişi. Dışarıda pencerelerimizin önünden davul gibi ağır adımlarla geçen Alman postallarının gümbürtüsü.
Fransız polisi sokağımızda oturan Yahudi aileleri tutuklamaya geliyor. Babam ısrarla bize dokunmayacaklarını söylüyor. En doğrusunu bilir o. “Tutukladıkları Yahudiler yabancı. Göçmenler. Biz öyle değiliz. Biz sapımıza kadar Fransızız.”
Derken oyuncakçı dükkânını kapatması emrediliyor. Ama babam kulak asmamakta ayak diriyor. “Bu benim hayatım,” deyip duruyor. “Benim dükkânım. Ölsem kapatmam.”
Annem ağlamaya başlıyor. “Lütfen Maurice, kapatmazsan tutuklarlar seni, lütfen.”
Fakat babam kılını dahi kıpırdatmıyor.
Bugünü asla unutmayacağım. 12 Temmuz 1943, pazartesi. Annemin üstünde bele oturan mavi puanlı bir elbise var. Saçları ondüleli. Ayaklarında toynak misali takırdayan apartman topuk ayakkabılar. Parfümünün kokusu burnumda. Guerlain’ın Shalimar’ı. Kuzenim Sarah annemin elini tutuyor. Sarah ile annesi gecenin bir yarısında Drancy’ye götürüldüler. Çocuk birkaç gün sonra salıverildi. Yedi yaşında ve hasta. Annem onu doktora götürüyor. Sokağa çıkmanın riskli olduğunu biliyor ama başka çare yok. Yeğeni çok hasta. “Bir şey olmaz Maurice,” diye tekrar ediyor birkaç kez, adeta buna kendini inandırmak istercesine. Başta babam hiçbir şey demiyor. Ama biliyor. Artık o da Yahudilerin ne denli büyük bir tehlike karşısında olduğunun farkında. İnsanların arasından seçilip ayrılıyor, mezbahaya giden koyunlar