yerde kefiyeli bir adam tarafından kesilivermeden önce canhıraş viyaklıyor. Sandaletli ve şortlu Yahudi kadınlar, bellerindeki kılıflardan Mauser tabancaları sarkan haki üniformalı askerler, yorgun eşeklerin çektiği arabalar var. Hava tuz ve yabancı dillerin sesiyle dolu. Her şey gürültülü ve gamsız. Benimle aynı gemide gelen on yedi yaşında bir kız birbirimize yoldaşlık edebilir miyiz diye soruyor. Sessiz sedasız bir Fransız kız. Buchenwald’a düşmüş, korkunç şeylere tanık olmuş. Fazla ayrıntıya girmeden bu kadarını söylüyor bana. Hayfa’daki ilk gecemizde bir yurtta aynı odayı paylaşıyoruz. Oda leş gibi ve yatağın birkaç yayı eksik, böylece Kudüs’e gitmeye karar veriyoruz. Zaten olmak istediğim yer orası. Bir otobüsle Kudüs’e gidip Şam Kapısı’nın yakınında bir başka yurt buluyoruz. İlk yere göre çok daha güzel, bir süre orada kalıyoruz. Fransız kız çok ağlıyor. Adını birkaç kez hatırlamaya çalıştım ama çıkaramıyorum. Tek hatırladığım epeyce bir ağladığı ve ser verip sır vermediği. Derken kaydolduğum İbranice okulundaki öğretmenlerden biri Polonyalı bir aileden söz ediyor bana. Oğullarına İngilizce öğretecek birini arıyorlar. Karşılığında da bana içinde ufak bir lavabo olan bir oda verecekler. Fransızca öğretmenliği olsaydı daha iyi olurdu, yine de evet diyorum. Bir şey yapmam lazım ve bu kaçırılamayacak kadar iyi bir fırsata benziyor. Böylece yanlarına taşınıyorum. Fransız kız kuzeyde bir kibbutz’a4 gideceğini ilan ediyor ve onu son görüşüm oluyor bu.
İbranice öğrenmekte güçlük çekiyorum, bu konuda yalnız da değilim. Sınıfta benim gibi zorlanan bir sürü insan var: yetimlerle mültecilerin yanı sıra dünyayı değiştirmek istediklerini iddia eden Siyonistler ve aktivistler de. Ben dünyayı değil, sadece kendi hayatımı değiştirmek için Filistin’deyim. Geçmişimi geride bırakmak ve savaşın travmalarını unutmak istiyorum. Ömründe Fransa’nın dışına adımını atmamış yirmi beş yaşında bir kadınım. Fakat annemle babam olmayınca Paris anlamını yitirdi. Aslına bakılırsa her şey anlamını yitirdi.
Akşamları genelde Polonyalı aileyle yemek yiyorum. Annenin adı Sonia. İki oğlu var: yedi yaşındaki öğrencim David ve neredeyse hiç uyumak bilmeyen ufak bir bebek. Her gece üst katımdaki odada ağladığını duyabiliyorum. Sonia’ya acıyorum, çünkü çok yorgun ve endişeli görünüyor. Tek kelime İngilizce bilmiyor, o yüzden onunla iletişim kurmak kolay değil. Kocasının adı Mordechai. Kısa kollu gömlekler giyiyor, çok sigara içiyor ve her daim yanık tenli. Sınır dışı edilmeden önce Varşova’da matematikçiymiş. Şimdiyse kaybolan yıllarının acısını çıkarıyor. “Matematik iyi hoş ama daha yapacak bir dünya şeyim var,” diyor bir seferinde bana. “Her şeyi yeniden tatmak istiyorum.”
“Ben de öyle,” diyorum, neyi kastettiğini sormama gerek yok. Mordechai’la ben birbirimizi anlıyoruz. Bu tuhaf memlekette hepimiz birbirimizi anlıyoruz aslına bakılırsa. Manzaraya egemen olan taşlar kadar bek ve kızgın bir ivedilik var burada. Birçoğumuz acı çektik ama artık iyileşme zamanı. “Savaşın altı yılını altı dakikaya düşürmemiz lazım,” diyor Mordechai sigarasını tüttürerek. “Matematikte buna beta indirgemesi denir: Bir fonksiyonun yerine bir başkasını koyarsın. Ben her gün yapıyorum bunu. Kayıplar yerine hayatı koyuyorum. Bastırdığın anlamına gelmiyor bu, sadece sıkıştırıyorsun. İlerlemenin yolu bu.”
Mordechai’ı dinliyorum. Onun sözleri bugüne dek duyduğum bilgece sözlerin hepsinden daha fazla karşılık buluyor bende.
Ve işte ağlayan bebeğin altındaki o küçük odada başlıyorum yazmaya. Başta bir günce – ama karman çorman bir günce. Daha sonra, anlatılan olaylar çoktan küllendiğinde, bu bölük pörçük özyaşamöyküsü biçiminde yeniden kaleme aldım onu. Birçok olay zihnime silinmeyecek şekilde kazınmış olmasına rağmen kimilerinin de giderek solan bir fresk gibi silikleştiğini fark ediyorum. Öte yandan yeniden yazma ve hatırlama sürecinde bazı ayrıntılar yeniden ortaya çıktı, belli belirsiz renk tonları belirginleşerek belleğimin mahzenine açılan o ufak kapıyı araladı.
Kudüs akşamlarında yalnız başıma restoranlara gidiyorum. Her akşam Mordechai ve Sonia’yla akşam yemeği yemek istemiyorum. Ayrıca Sonia pek iyi bir aşçı değil. Ben de Kudüs’ün merkezindeki Jafia Sokağı’nda canlı bir restoran buluyorum kendime. Yanımda bir kitap götürüp onu okurmuş gibi yapıyorum. Yalnız olmaya alışkınım. İnsanları izlemek, çevremde konuşulan bütün o dillere kulak kabartmak hoşuma gidiyor. Bazen genç adamlar masama gelip benimle muhabbete girişiyor. Sanırım sıcakkanlı biri değilim, çünkü bu girişimlerin hepsi adamların çekip gitmesiyle sonuçlanıyor.
İbranice okulunda yavaş yavaş arkadaş edinmeye başlıyorum. Bunlardan biri benimle yaşıt Macar bir kadın olan Ada. Birçok yazarın da bir araya geldiği Kafe Atara’da buluşmayı âdet haline getiriyoruz. Bir akşam ikimiz henüz akşam yemeğine oturmuşken Ezra Radok diye bir adam masamıza geliyor, bize katılıp katılamayacağını soruyor. Ada önceden tanıyor adamı, gizliden gizliye ona yanık. Adam Praglı bir şair. İnsanın içine işleyen ışıl ışıl mavi gözleri ve koyu renk saçlarıyla çarpıcı bir tip. Ada bir dolu kadının ona gönlünü kaptırdığı ve Kafka’yla bir akrabalığı olduğuna dair söylentiler dışında pek bir şey bilmiyor hakkında.
Cesaretimi toplayana dek birkaç ay geçse de sonunda Ada’ya gerçeği söylemeyi başarıyorum: benim de Ezra Radok’a âşık olduğumu. Annesiyle babasının eski bir tanışı olması dışında Ezra’nın Kafka’yla bir akrabalığı olmadığını. Her ne kadar bir şiir kitabı yazdıysa da Ezra’nın düzyazı uğruna şiiri bırakmaya karar verdiğini ve hayatımın önemli bir parçası haline geldiğini. Ama ne kadar önemli bir parçası, onu kestiremiyorum henüz. Geleceğe dair nasıl kehanette bulunabilirim ki? Şimdiki zamana güçbela akıl sır erdirebiliyorum. Şimdinin çatlaklarına düşmekten sakınmıyorum kendimi. Orada olduklarının dahi farkında değilim. Neden olayım ki? Yeniden yaşamak istiyorum. Yeniden sevmek.
Yeniden umut etmek.
İsrail’e otuz sekiz sene sonra, kocam Henry İsrail Filarmoni Orkestrası’yla bir konser verdiğinde geri döndüm. Onlarla daha önce bir kez daha, Zubin Mehta’nın şefliğinde çalmıştı. Henry’nin kariyerinde önemli bir dönüm noktası olan o konseri kaçırmıştım ben. Ezra’ya dair anılarım yüzünden geri dönme cesaretini bulamamıştım kendimde. Elini kana bulamıştı, ben de bilmeden suç ortaklığı etmiştim ona. Eylemlerine herhangi bir şekilde dahil olduğumdan değil, sevdiğim adamın cinayet işleyebileceğini aklımın ucundan geçirmediğimden.
Ama bu kez Henry beni gitmeye ikna etti, ben de sonunda dayanamayıp pes ettim. “Geçmişin şimdiye hükmetmesine göz yumamazsın,” dedi. “O zaman da masumdun, şimdi de masumsun.”
“Biliyorum ama unutamıyorum,” dedim.
“Anlıyorum,” diye cevap verdi. “Ama çok zaman önceydi bunlar. Ezra öldü. Gelirsen dünyalar benim olur.”
Kudüs’ün ışığının kör edici beyazlığı aynıydı. Taşlar ve çam kokusu da. Sokaklar tıpkı hatırladığım gibiydi, Eski Şehir de öyle. Mavi gözlü Arap adam hâlâ Şam Kapısı’nda meyve satıyordu. Eski bir dost gibi selamladım onu ama beni hatırlamadı.
Mordechai ve Sonia’yla yaşadığım, boyası pul pul dökülen ufak evin yerini çirkin bir iş hanı almıştı. Ezra’nın eskiden oturduğu ev halen yerli yerindeydi, hatırladığımdan bile güzeldi. Artık bir aileye aitti. Bir Alman çoban köpeği bahçe kapısına koşup deli gibi havlamaya başladı. Köpeğin yanında bir kadın belirdi – ince, tarz sahibi. “Şeket,” diye azarladı köpeği. “Sus.”
Bir zamanlar çatısı altında kimin yaşadığını biliyor