mümkün değil. Ayrıca muhtemelen Mordechai’la Sonia da ilişkimizi tasvip etmezdi. Bu yüzden geçici olarak Lotta’nın evinde kalıyor. Aslında kıskanmam lazım – Lotta bizden yaşça çok büyük olsa da güzel kadın – ama kıskanmıyorum. Ezra’ya bütün kalbimle güveniyorum. Bana evlenme teklif etse evet derdim.
Üstelik hiç tereddütsüz.
Hem belki bu kalacak yer sorunumuzu da çözerdi.
Bir şey oldu ve Ezra her ne kadar olmamamı tembihlese de tedirginim. “Merak etme, güvendeyiz,” diyor parmağını çıplak tenimde gezdirerek.
Bir cumartesi öğle sonrası kanepemde oturuyoruz. Dışarıdan arada bir silah sesleri geliyor kulağımıza – şimdiye dek çok uzak gibi görünen savaşı, Paris’i hatırlatan bir ses. Öte yandan burada ülkenin dört bir yanında uygulanan sokağa çıkma yasağı dahil her şey daha farklı yapılıyor. Fransa’da güvenlik kavramı Yahudi olmayan herkese mahsustu. Buradaysa durum tam tersi: Kendi güvenliğimiz için evde kalmamız gerektiği söyleniyor bize. Manda yönetimi hükümet binalarına, demiryollarına ve İngiliz birliklerine düzenlenen saldırılara misilleme olarak on yedi bin kişilik bir ordu sevk ederek paramiliter Siyonist örgüt mensuplarını tutukladı. Bu operasyona “Kara Şabat” adını verdiler. Evraklara el kondu ve saklanmak üzere King David karargahına götürüldü. Hükümet terörün ve şiddetin kökünü kazıma vaadinde bulundu ama bu vaat çok donuk bir şekilde karşılandı. Neden acaba?
Bu konuyu Ezra’ya açtığımda sıkılmış görünüyor, şaşırıyorum. “Hükümet halkı asla ehlileştiremeyecek. Çok fazla öfke var. Hem ayrıca, siyaset beni ilgilendirmiyor,” diye geveliyor ağzında.
“Nasıl olur da ilgilendirmez? Bu Irgun mensupları barbarlardan farksız! Ülkeyi ne hale getirdiklerine baksana! Her şeyi yok ediyorlar!”
Gözlerinde bir bakış yakalıyorum, anlık bir huzursuzluk.
“Evet, haklısın herhalde,” diye cevap veriyor nihayet.
Birkaç gün sonra iş çıkışı fırsat buldukça yaptığım üzere Lotta’nın evine uğruyorum. Genelde Ezra’yla başka bir yerde buluşmayı yeğliyorum, Lotta’nın varlığı halen tedirgin ediyor beni. Bu kez evde olmadığını görünce içim rahatlıyor, evde kimse yok görünüşe göre. Ezra’yı ne mutfakta ne de yatak odasında bulabiliyorum. Tam çıkıp gitmek üzereyken kulağıma sesler geliyor. Seslerin izini sürünce Ezra’yı evin arka tarafındaki bir odada daha önce hiç görmediğim bir adamla konuşurken buluyorum. Adam sevimsiz suratlı, kısa boylu ve tıknaz bir tip. Aralarında ne konuştuklarını duyamıyorum ama önemli bir konu olmalı, çünkü birbirlerine çok yakın duruyorlar ve bir konuda fazlasıyla endişeli görünüyorlar. Kapının ağzında biraz durup uzaklaşıyorum. Ezra işte o zaman bana sesleniyor. “Flora, buraya gel! Gel de arkadaşımla tanış!” diyor az önce tanık olduğum durumun hiç yakışıksız bir yanı yokmuşçasına.
Bunun üzerine odaya geri dönüyorum ve Shlomo’yla tanıştırılıyorum. Adamın gözleri ufak, yüzü yara bere içinde, burnunun etrafında da kurumuş kan lekeleri var. Ezra’nın alışıldık arkadaş çevresine aitmiş gibi durmuyor. İbranice bir şey diyor ve ruhsuzca gülümsüyor. “Shlomo az önce bir kaza geçirmiş,” diye çeviriyor Ezra. “O yüzden ağzı gözü böyle dağılmış görünüyor.”
“Ne oldu?” diye soruyorum.
“Bir Arap tarafından dövülmüş,” diye yanıtlıyor Ezra. “Yanlış zamanda yanlış yerdeymiş.”
“Ne demek istiyorsun? Ne olmuş ki?”
“Aslında saçma sapan bir mevzu. Bir paket sigara yüzünden çıkmış bütün olay.”
Yahudilerle Araplar arasında birkaç sürtüşme kulağıma gelmişti gelmesine ya, o güne dek kendi arkadaşlarımdan ve tanıdıklarımdan hiçbiri müdahil olmamıştı böyle bir şeye. Benim gibi onlar da Araplara saygı duyarlar. Kimse tatsızlık çıksın istemez. Tatsızlık çıksın isteyenler de Manda hükümetinin kökünü kazımaya çalıştığı o radikal grupların mensupları. Shlomo’ya bakıyorum ve acaba bu gruplardan birinden olabilir mi diye merak ediyorum. İbranice hızlı hızlı konuşuyor ve ne dediğini anlayamıyorum. Şimdi terlemeye de başlamış ve perişan görünüyor. Saatine bakıp kırık dökük bir İngilizceyle benimle tanıştığına memnun olduğuna dair bir şey geveliyor. Bana hoşça kal diyor ve Ezra onu kapıya geçiriyor. Ezra geri döndüğünde onu soru yağmuruna tutarak başının etini yiyorum. “Nasıl oldu da onunla daha önce hiç tanışmadım? Siz nereden tanışıyorsunuz? Arapla aralarında ne geçmiş?”
Ezra yavaşça açıklıyor. “Arap Shlomo’nun borcunu ödememesine kızmış. Sigarayla filan alakası yok. Yalnızca benim önümde borç konusuna girmek istememiş. Shlomo’yu da işten tanıyorum,” diye ekliyor Ezra. “Arkadaş sayılmayız, İngiliz devlet dairesinde birlikte çalışıyoruz sadece. Yurttaşlığa kabul evraklarını işleme koyuyoruz.” Konuşurken Ezra’ya bakıyorum ve anlatmadığı bir şey daha olduğunu anlıyorum.
“Başka ne yapıyorsunuz orada? Başka bir şeyler çevirdiğinize eminim.”
“Başka bir şey yapmıyoruz,” diyor kesin bir şekilde.
“İyi bir yalancı değilsin,” diye yüzüne vuruyorum. “Yüzünden belli oluyor yalan söylediğin.”
Ezra başını kaldırıyor ve sorgularcasına yüzüme bakıyor. “Oluyor mu sahiden?” Gülümsüyor. “Evet, haklısın. Bir şey daha yapıyoruz. Ama hoşuna gideceğinden emin değilim.”
“Hele söyle bakalım.”
Duraksıyor. “Emin misin?”
Başımı sallıyorum. “Evet.”
“Pekâlâ o zaman,” diyor yavaşça. “Bildiğin gibi Filistinli Yahudilerin başvurularını biz işleme alıyoruz. Her şey kitabına göre. Fakat şöyle bir durum var ki, savaşta kaybolan insanların dosyaları da elimizde. Biz de bu dosyalarla Holokost’tan sağ kurtulanların ülkeye kaçak girmesine yardımcı oluyoruz.”
“Nasıl?”
Temkinli bir şekilde konuşuyor. “Bir kalpazan tanıyorum. Resmi pulları taklit edebiliyor.”
“Sahiden mi?”
Onu kınasam mı hiçbir şey söylemesem mi bilemiyorum. Ne de olsa ikimiz de Filistin’e yasadışı yollardan girmiş durumdayız. O yüzden onu yargılayacak son kişi benim.
“Peki kim bu kalpazan?”
“Yafa’da bir Arap. Bundan hiç kimseye bahsetmeyeceksin, duydun mu?”
“Tabii ki.” Duralıyorum. “Yani ülkeye yasadışı yollardan Yahudi sokuyorsun?”
Sesini yükseltiyor. “Sokuyorum evet, ne olmuş? Gidip birilerine söyleyecek misin? Bu yüzden hapse girebilirim, farkındasın değil mi? Bunun farkında mısın? İngilizlerin uyguladığı bir kota var. Ben bu kotaya uymayı reddediyorum. Anlıyor musun? Ben toplama kamplarından geldim buraya ve onların kotasına uymayı külliyen reddediyorum.”
“Evet, tabii ki anlıyorum. Ama o kotayı yürürlüğe koyanlar İngilizler değil, yalan mı? Milletler Cemiyeti’nin kararı o, İngilizlerin değil. Onlar sadece emirleri uyguluyorlar–”
“Emirleri köpekler gibi uyguluyorlar. Duydun mu beni? Kuduz kahrolasıca köpekler gibi!” Sesi yükselmiş durumda ve gözleri daha önce hiç görmediğim bir şekilde parlıyor.
“Ezra–”
“Hayır, şimdi beni dinleyeceksin! Mültecilerle dolu kaç geminin İngilizler tarafından geri gönderildiğini biliyor musun sen?”
“Bilmiyorum. Lütfen bağırma.