o ki Yael bunu benim öğretmenliğime bağlıyor, bense daha ziyade kızının çabuk öğrendiğini düşünmeye meyilliyim. Bunlardan hangisi doğru olursa olsun Yael sonuçtan memnun ve ben de onun bu memnuniyeti baki kalsın istiyorum.
Buluşmamıza biraz geç kalıyor, ben de onu beklerken bir kahveyle tatlı söylüyorum. Bir şeyler yersem baş ağrım geçer diye umuyorum. Ama geçmek bir yana iyice kötüleşiyor.
Yael geldiğinde başım artık zonklar vaziyette. “Bir şeyin yok ya? Betin benzin atmış,” diyor Yael.
Derdimi söyleyip özür dilemeye girişiyorum. “Çok üzgünüm ama sanırım eve dönmem lazım.”
“Tabii, ne demek.” Bana bakıyor. “Gitmeden bir limon suyu iç, daha fazla da kahve içme artık.”
Dediğini yapıyorum. Limon suyunu ağır ağır yudumluyorum, sahiden de ağrımı biraz hafifletiyor ama yeterince değil. Bir kez daha özür diledikten sonra Yael beni kapıya kadar geçiriyor. O kadar yakınımda duruyor ki koltukaltlarından yayılan kokuyu alabiliyorum. “Kendine dikkat et, yarın konuşuruz, merak etme,” diyor şefkatle.
Yavaş yavaş eve yürüyorum. Başım zonkluyor. Karşıdan karşıya geçip adımlarımı sıklaştırıyorum. Saatime bakıyorum. Yarım olmuş. Ezra acaba Hayfa’dan dönmüş müdür, döndüyse yanına mı gitsem, diye geçiriyorum içimden. Birden özlüyorum onu. O kadar aşırı tepki vermemeliydim. O kadar kıskançlık yapmamalıydım. Başka biri yok hayatında. Sadece ben varım. İyi ama o da kıskançlık yapıyor, hatta benden de beter o bakımdan. İlk tanıştığımızdan beri neredeyse her akşam görüştüğümüzü fark ediyorum birden. Dün gece görüşmediğimiz ilk geceydi. Üstelik de buruk bir şekilde ayrıldık, hep benim yüzümden.
King George Sokağı’nda ışıklardan karşıya geçiyorum. King David Oteli bir kale gibi dikiliyor önümde. Daha bir hafta önce Ezra’yla orada geçirdiğimiz gece geliyor aklıma. Fransızcayı mükemmelen konuşan Mısırlı bir adam vardı. Çok zarif ve kibardı. André Gide ve Paul Éluard hakkında konuşup şampanya içtik. Kahire’den dış haberler muhabiri olarak gönderildiğini ve King David Oteli’ni ikinci evi gibi gördüğünü söyledi. “Dünyanın başka hiçbir yerinde özel dedektifleri, sosyetenin kaymak tabakasını, Siyonist ajanları, gazetecileri ve Arap şeyhlerini aynı çatı altında bulamazsınız,” dedi gülerek. Adam öylesine ilginç bir tipti ki Ezra’dan sohbete katılmasını rica ettim. Ama buna yanaşmadı, çünkü beni kıskanıyordu. Erken dönmek istediğini söyledi, bunun üzerine birlikte çıktık, oysa ben kalmayı yeğliyordum. Eve doğru yürürken adamın bize adını bile vermediğini fark ettim. Bir casus da olabilirdi pekâlâ. Kudüs casuslarla doludur, onu böylesine heyecanlı kılan da bu sanırım.
Başımın ağrısı hafiflemeye başlıyor. Steimatzky Kitabevi’nin önünden geçiyorum. İçeri girip bir iki kitap alsam fena olmaz belki de. Ezra acaba Muhteşem Gatsby’yi okumuş mudur, diye merak ediyorum. Kesin okumuştur. Ezra’nın okumadığı kitap yoktur. Fakat bir şeyler oluyor. Gök gürültüsü gibi, kulakları sağır eden bir patlama. Nedir bu? Ayağımın altında yer sarsılıyor. Bomba mı? Başımı kaldırıyorum ve gördüğüm şey karşısında soluğum kesilerek donakalıyorum: King David Oteli’nin güneybatı kanadı taştan, çimentodan ve bükülmüş demirlerden olma bir çığ misali yerle bir oldu az önce. Kara bir duman dalga dalga yükseliyor, her yer kömürleşmiş enkazla kaplı. Çığlıklar, koşarak kaçışan insanlar, sokakta devrilen arabalar, devrik ağaçlar, dört bir yanda cam kırıkları, kanla ve beyaz tozla kaplı kadınlar ve erkekler var, derken itfaiye kamyonlarının, ambulansların ve polis arabalarının canhıraş sirenleri duyuluyor ve yere kapaklanıyorum. Bir adam beni tutarak ayağa kalkmama yardım ediyor. Üstü başı tozdan bembeyaz, tıpkı benim gibi. Bana İbranice bir şey söylüyor. Cevap vermiyorum. Zaman geçiyor. Belki de geçmiyor, bilmiyorum ki. Filistinliler ve İngiliz askerleri molozları kazarak enkaz altında sağ kalanları arıyor. Etrafıma ölü bedenler saçılmış. Soluğum kesiliyor. Annemi, babamı görüyorum ve feryat figan ağlamaya başlıyorum, zira yasın Ezra’yla ağzını sımsıkı mühürlediğimiz kovuğu tıpkı bir çıban gibi patlayıp açılmış. Sonra yerde yanı başımda yatan bir adam görüyorum: Üstünde İngiliz askerlerinin üniforması var, kara çizmeleri toz toprak içinde ve bir kadın ona doğru koşturuyor. “James!” diye çığlık atıyor. “James!” Genç ve güzel bir kadın, muhtemelen benim yaşlarımda, soluk yeşil elbisesine toz toprak, kan bulaşmış ve kocası James ölmüş. Ölmeden önce gözlerini açıp karısını son bir kez olsun görmeyi başardı, şimdi kadın onu göğsüne bastırıp bir ileri bir geri sallıyor, adamın başı geriye düşerken çizmelerine dokunup onunla konuşuyor. Kadının yanına gidip ona teselli mahiyetinde bir şeyler söylüyorum – tam ne dediğimi hatırlamıyorum – ama beni dinlediğini ve onu kocasının cesedini bırakmaya razı ettiğimi hatırlıyorum, şefkatle gözlerini kapıyor adamın, gözkapaklarını öpüyor, sonra hareketsiz beyaz yüzünü öpüyor, güneş tepemizde cayır cayır yanarken kocasını öpücüklere boğuyor, onu usulca yeniden yere yatırıyor, sonra bana dönüp fısıldıyor: “Hayatımın aşkıydı, onun gibi bir adam bir daha gelmez, ilk çocuğumuzu bekliyorduk, onsuz hiçbir şey asla aynı olmayacak, hayatımdı o, aşkımdı.”
“Adın ne?” diye soruyorum.
“Claire Betts,” diye yanıtlıyor ölgün bir sesle. “Bir hafta içinde Aden’e gidecektik. Yeni bir hayata başlamaya. Ölmeye değil.”
Dizlerinin üstüne yığılıp yüzünü elleriyle örtüyor, onu bağrıma basıyorum ve haykırarak ağlamaya başlıyor, duramıyor; boynunda zarif bir inci kolye var, dizlerinin üstünde feryat figan ağlıyor ve şimdi ben de ona katılıyorum – onun için, James için, annemle babam için, ölümün karası için, James’in ölmeden son defa gördüğü Claire’in elbisesinin soluk yeşili için ağlıyorum.
Şimdi sağlık ekipleri ve polisler her yerde. Claire’i ayağa kaldırıyorlar. Biri James’in yüzünü bir battaniyeyle örtüyor. Claire uzaklaşırken arkasına dönüyor, sanki bir şey söylemek istercesine bakıyor bana. Sonra kara duman bulutunun, yanık kokusunun ve tozun içinde yitip gidiyor.
Güneş inanılmaz kızgın, inanılmaz ağır. Eve nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Belki birisi bırakmıştır beni. Acaba yerden kalkmama yardımcı olan adam mı? Başım öylesine şiddetli bir şekilde zonkluyor ki önümü zor görüyorum. Yataktayım. Mordechai’la Sonia beni görmeye gelmişler. Bana yemek yediriyorlar, göz kulak oluyorlar. Fakat ışık gözlerimi acıtıyor. Sıcak dayanılmaz. Birkaç kez kusuyorum. Sonra uyuyakalıyorum. Şafakta Eski Şehir’in duvarları ardından yükselen ezan sesiyle uyanıyorum.
Ertesi gün Mordechai mutfakta beni karşısına oturtuyor. “Ezra geri dönmeyecek,” diyor. Sonra nedenini açıklıyor. Ezra’yla Shlomo’nun neler yaptığını biliyor. Ağabeyi anlatmış ona. Irgun üyelerinin çoğu hakkında bilgisi var, çünkü ağabeyi dört yıldır İngiliz istihbaratıyla işbirliği içinde çalışarak İngilizlerin ülkedeki radikal örgütlenmelerin izini sürmesine yardımcı oluyormuş. Ezra Irgun’un tepesindeki ikinci isimmiş ve örgütün beyniymiş.
“Ne?” diye kalakalıyorum nefesim kesilerek. “Beyni mi?”
“Evet,” diyor Mordechai. “Ağabeyim bu olay olmadan önce Ezra’yla arkadaşlarını yakalamaya çok yaklaşmıştı. Ciddi bir darbe vuracaktı örgüte. Yüz elli, iki yüz örgüt mensubunu tutuklamayı başarmışlar da duyduğuma göre. Hepsi de Rafiah Hapishanesi’nde. Ama Ezra’yı istiyorlar. Shlomo’yu tutuklamışlar ama asıl istedikleri Ezra. Shlomo da onu ele vermiyor.”
Uzunca bir süre konuşamıyorum. Mordechai’ın sözleri boğazıma bir yumru gibi oturdu. Hızlı hızlı soluduğumu duyabiliyorum.
“Bunları