yaptı sence?” diye sormayı başarıyorum sonunda.
Mordechai gömlek cebinden bir paket sigara çıkarıp birini yakıyor. “Kara Şabat saldırılarına misilleme olarak,” diyor dumanı uzağa üflerken. “O ve arkadaşları İngilizleri onların canını en çok yakacak yerden vurmak istediler. Ellerini korkak da alıştırmadılar. Yedi süt güğümünün içine gizlenmiş TNT kullandılar, güğüm başına elli kilo patlayıcı. Sudanlı bir garson kılığına girip minibüsü kullanan ve otelden ayrılmadan güğümleri restoranın bodrum katındaki mutfağa yerleştiren Ezra’ydı. Bomba öğlen 12.37’de patladı. Oteli bombaların patlamak üzere olduğuna dair uyarmak için resepsiyona üç kez telefon edildi. Ağabeyimle adamlarının çözemediği tek muamma otelin bu telefonları neden kulak ardı ettiği. Ama bu meseleye daha sonra eğilirler. Şu anda önemli olan Ezra’yı ve fanatik yoldaşlarını yakalamak.”
Mordechai sigarasını bitiriyor ve nikotinden sararmış parmağının ucuyla kuvvetle ezip söndürüyor. “Ölü sayısı doksana yaklaşıyor.” Başını kaldırıp bana bakıyor. “Şu anda İngiliz Mandası’nın son günlerine tanık oluyoruz, bu dediğimi yaz bir kenara. Irgun mücadelesini kazandı. Filistin bundan böyle kendi kaderine terk edilecek.”
Söylediği her şey beni derinden sarsıyor. Bunu nasıl göremedim? Nasıl bu kadar saf olabildim? Ezra’yı seviyordum da ondan. Ona olan aşkım gözümü kör etmişti. Ona lanet okuyorum. Şimdi nefret ediyorum ondan. Utanıyorum. Kendimden utanıyorum. James Betts’in imgesi zihnimde süzülüp duruyor. Yerde yatan bedeni. Karısının kapalı gözkapaklarını öpüşü. O kadını bulmak ve bildiklerimi anlatmak istiyorum. Onu bulmak ve ne kadar üzgün olduğumu söylemek istiyorum.
“Bir kadın vardı,” diyorum Mordechai’a. “Adı Claire Betts’ti, yıkıntıların içinde, kocasının başında ona son bir veda öpücüğü verirken gördüm onu. Yürek parçalayıcıydı.”
Mordechai başını sallıyor. “Korkunç. Çok üzgünüm. O kadın için, bizim için, İngiltere için.”
Derken bir şey dank ediyor kafama. “Ağabeyin bütün bunları bana anlattığını biliyor mu? Ezra hakkındaki gerçekleri nasıl öğrenmiş peki?”
“Bir muhbiri varmış ve evet, biliyor.”
“Kimmiş muhbiri?”
Bir sigara daha yakıyor. “Hiçbir fikrim yok.”
“Bahse girerim Lotta’ydı,” diye söyleniyorum. “Eminim oydu…”
“Bilmiyorum,” diyor sigarasını tüttürürken. “Sanırım Ezra onu saflarına katmaya çalıştı ama başarılı olamadı.”
Donup kalıyorum. “Beni de saflarına katmaya çalıştı mı sence?”
Mordechai bana bakıp gülümsüyor. “Bunu ben bilemem. Ancak sen bilebilirsin Flora. Başka hiç kimse değil. O yüzden müsaadenle şu soruyu sormak istiyorum sana: Ezra seni saflarına çekmeye çalıştı mı?”
Başımı iki yana sallıyorum. “Hayır. Asla hiçbir şey söylemedi. Sanırım kendimi bu ülkeye yeterince adamış biri değilim onun gözünde.”
Sigarasından bir nefes daha çekiyor. “Ama ona adamıştın kendini. Nerede olabileceğine dair bir fikrin var mı?”
Yine başımı iki yana sallıyorum. “Hiçbir fikrim yok. Bana söylediği her şey belli ki yalanmış. Lotta’yla konuşmaya çalışmanız lazım. Ona yalan söylemezdi. Çok yakınlardı.”
“Evet, biliyorum. Şu anda sorguya çekiliyor zaten.”
Aniden ona doğru dönüyorum. “Biliyorum da ne demek? Aralarında bir şey mi vardı?”
Yüzüme bakıyor. “Hâlâ umurunda mı?”
“Hayır,” diye kestirip atıyorum. “Değil.”
“Aferin. Ezra bir haindi, Lotta da ona âşıktı. O yüzden bir şeyler biliyor olabileceğini düşünüyoruz. O yüzden onu gözaltında tutuyorlar. Çünkü Ezra’nın kendisi yerine seni sevmesine kızıyordu.”
Ertesi gün bir grup İngiliz subayı Mordechai’ların kapısına dayanıyor. Odam aranıyor, kimlik kartım kontrol ediliyor. Sorgulanmak üzere arabayla karakola götürülüyorum. Ahşap bir çalışma masasının ardında üst sınıflara özgü billur bir aksanla konuşan uyanık yüzlü, uzun boylu bir İngiliz subayı oturuyor. Oda korkunç sıcak ve havada bayat tütün kokusu var. Sıcağa rağmen titriyorum. Subay bana Ezra’yla ilgili sorular soruyor: nasıl tanıştığımızı, işi hakkında ne bildiğimi, arkadaşlarını. Shlomo ile Lotta’dan ve Yafa’da sahte pasaport yapan Araptan bahsediyorum. Subay Arap kalpazanla ilgili daha fazla ayrıntı almak için beni sıkıştırıyor ama Ezra’nın benimle paylaştığı kadarı dışında ona söyleyebileceğim bir şey yok.
“Asla hiçbir şeyden şüphelenmedim,” diyorum. “Ezra’nın çifte hayat sürdüğünü bilmiyordum – aklımın ucundan dahi geçmedi.” Gerçekten de doğru bu ve subayın bana inandığını anlayabiliyorum.
“Bilseydim,” diye ekliyorum, “onu terk ederdim.”
“Evet ama onu ihbar eder miydin?” diye soruyor gözleri benimkilere kenetlenerek.
“Tabii ki ederdim,” diye yanıtlıyorum kesin bir dille. “O konuda hiçbir çekincem olmazdı.”
Ama içimden, acaba eder miydim diye düşünmeden edemiyorum. Bana bakışından subayın da aynı şeyi düşündüğünü anlayabiliyorum.
“Ezra Radok’u arıyoruz,” diyor sertçe, “ve onu bulacağız da. Doksan kişiyi öldürdü.” Duraklıyor. “Bu kadar insanı öldürmenin kimsenin yanına kalmasına göz yumamayız. Kimsenin.”
Bir kez daha sorguya çekiliyorum: başka bir subay, yeni birtakım sorular. Ezra’yla geçirdiğim son gece hakkında, sonra Lotta, sonra yine Ezra hakkında. Elimden geldiğince doğru bir şekilde yanıtlıyorum, herhalde beni ikna edici bulmuş olacaklar ki gitmeme izin veriyorlar. “Olur da sizinle yeniden konuşmamız gerekirse irtibata geçeriz,” diyorlar.
Birkaç gün bekliyorum. Başka tutuklanma haberleri geliyor kulağıma. Biri de Ada, gerçi onun neden tutuklandığını anlayabilmiş değilim. Tek bildiğim buradan gitmek zorunda olduğum. Zamanım geldi. Süt ve bal diyarı kömür karasına döndü. Ezra halen firarda. Yakalanırsa asılacak muhtemelen. Bunun düşüncesine bile katlanamıyorum. Sevdiğim, dokunduğum, öptüğüm ve güvendiğim adamın asılması söz konusu. Gizli faaliyetleri hakkında yalan söylemiş olsa da beni gerçekten sevdiğine inanıyorum. Hissedebiliyordum bunu. İnsan birini seviyormuş gibi yapamaz. Birinden nefret ediyormuş gibi de yapamaz. Ve artık ben ondan nefret ediyorum. Yaptığının yanına kalması mümkün değil. Yine de İngilizler onu bulmadan gitmek zorundayım, tabii bulurlarsa. Hiç bulamayabilirler de. Onu tanıdığım kadarıyla pekâlâ hiç bulamayabilirler.
O bir katil, yine de sevdim onu. Bana ihanet etmiş olan bir katil. Bütün kalbimle güvenmiş olduğum bir katil.
Buradan çıkarılacak bir ders varsa o da bir asla sevmemem gerektiği.
Hiç değilse uzun yıllar boyunca.
Daha sonra Mordechai’ın da bana yalan söylediğini öğrendim.
Ağabeyi filan yoktu. Sözünü ettiği o ağabey ta kendisiydi. Mordechai. İngilizlere çalışan ajan oydu. Beni kollamaya çalışıyordu, Yael öyle dedi bana. Ve masum olduğumu biliyordu. Çok şey biliyordu. Bu şeylerin ne olduğunun ayrıntısına hiç girmedi, ben de sormadım.
Bu ülkeden uzaklara yelken açarken yanımda götürdüğüm imge Ezra’nın değil, ölü kocasına sımsıkı sarılan Claire