bir tekne müsveddesiydi, mültecilerin çoğu Nazilerden kaçmak için birer servet ödemiş zengin Romenlerdi. 1942 yılında Filistin’e gitmek üzere Romanya’dan demir aldı. Bir motor arızası yüzünden kısa bir süre İstanbul’da durmak zorunda kaldı. Fakat Türk hükümeti yolcuların karaya çıkmasına izin vermedi, bu yüzden de haftalar boyunca akıbetlerinin ne olacağına dair bir karar çıkmasını beklediler. Yahudi Ajansı mültecileri kabul etmesi için Filistin’e yalvardı ama aldıkları yanıt kesin bir ‘hayır’ oldu. Ankara’daki İngiliz büyükelçisi bu insanları – bu insanları – Filistin’de istemediğini söyledi. Sonra ne oldu dersin?”
“Bilmiyorum.”
“Ne olduğunu söyleyeyim sana: Tekne Sovyet torpido ateşiyle vuruldu ve bir kişi dışında mültecilerin hepsi öldü. Hepsi öylece pisi pisine öldü.” Duraklıyor ve derin derin nefes alıyor. “Başka bir sefer yine Sovyet bandrollü bir denizaltı Holokost’tan sağ kurtulan dört yüz kişiyi suyun içinde makineli tüfekle taradı.”
“Bu korkunç,” diye fısıldıyorum. “İyi ama neden?”
“Alman sanmışlar onları.” Duraklıyor. “En azından Sovyetlerin bahanesi buydu. Onları Alman sandıklarını söyleyip işin içinden çıktılar.”
Ezra bir sigara yakıp dumanını açık pencereye doğru üflüyor. Sokakta şarkı söyleyen çocukları duyabiliyorum.
“Bunun gibi daha bir sürü hikâye var,” diyor. “Yani evet, bence her Yahudi bu ülkeye kabul edilmeli. Yeterince acı çektik bana sorarsan. Bu kotalar yürürlükten kaldırılmalı.”
Başımı sallıyorum. Konuşamıyorum. Struma gemisinin ve makineli tüfekle taranan Holokost kurbanlarının imgesi aklımdan silinmiyor. Ama bir şey daha var. Ezra beni gafil avlayan bir öfkeyi su yüzüne çıkarmış durumda – öfkeden de öte bir hıncı. Bunu nasıl oldu da daha önce fark etmedim? Neden yalan söyleyip siyasetle ilgilenmediğini iddia etti? Az önceki tepkisine bakılırsa ilgilenmenin de ötesinde. Kendini bir davaya adamış durumda. Ama bu dava ne? Barış mı? Yoksa daha karanlık bir şey mi?
“Başını belaya sokacak bir işe bulaştıysan bana söylersin değil mi?” diye soruyorum lafı hiç dolandırmadan.
“Hayır bulaşmadım,” diye yanıtlıyor kesin bir dille. “Bunu soracağını biliyordum. Ama hayır. Holokost’tan sağ kurtulan biriyim ben sadece. İngilizlerin gemilerimizi yolundan çevirip mültecilerimizi toplama kamplarına yerleştirmelerine artık dur demek lazım. Naziler gibi davranmayı kesmeliler. Yahudi milleti bir daha asla teslim olmayacak. Yeterince acı çektik zaten.”
Elimi onunkine uzatıyorum. “Haklısın Ezra. Hepimiz yeterince acı çektik, özellikle de sen. Ama ben İngilizlerin Naziler gibi davrandığını düşünmüyorum. Sadece işlerini yapıyor onlar. Eminim birçoğu kendilerini çok kötü hissediyordur bu yüzden. Onlar da insan ne de olsa.”
Ezra sigara içmeye devam ediyor ve hiçbir şey demiyor. Gözlerine bakınca irislerinin mavisinde minik kurşunları andıran kara noktalar görüyorum.
Ezra kendine yeni bir ev buldu. Alman mahallesinde, Emek Refaim Sokağı’nda, kireç badanalı duvarlarından salkım saçak begonviller sarkan eski bir taş ev. Geniş yataklı tek bir odası, bir banyosu, bir de mutfağı var. Mobilyaları pek zarif ve penceresinden St Andrew İskoç Kilisesi görünüyor. Güzel, huzurlu bir yer ve ilk kez onu kıskanıyorum. Keşke ben de onunki gibi bir evde otursaydım. Bunlar yetmezmiş gibi kirası da düşük, zira evin sahibi “harika çocuk” Ezra’ya yardım edilmesi için herkesi seferber eden Lotta’nın bir arkadaşı. Bu yüzden daha kendimi tutamadan kelimeler ağzımdan çıkıveriyor. “Bu Lotta da sana yardım etmek için sürekli çırpınıyor. Yani senin için bir şey yapmadığı bir an var mı acaba, merak ediyorum.”
Ezra’nın yüzü gölgeleniyor. “Onunla aramda bir şey yok, eğer aklından geçen buysa.”
“Hayır, tabii ki geçmiyor aklımdan öyle bir şey.”
Ama aralarında bir şey olmadığını söylerken halinde tavrında bana bunun tam aksini düşündüren bir şey var. Neden alelacele böyle bir şey söyleme gereği duysun ki yoksa?
Ona işe geri dönmem gerektiğini söylüyorum. Okumam gereken sınav kâğıtları var. Geç oluyor. Sesim titrek çıkıyor – biraz daha kalırsam ağlamaya başlayacağım ve bu olmadan gitmek istiyorum, çünkü kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyorum. Ama Ezra bu fırsatı vermiyor bana. Yanıma gelip beni kollarına alıyor. “Ne oldu? Üzülme lütfen. Endişelenmeni gerektirecek en ufak bir şey yok, duydun mu beni? Seni seviyorum, bilmiyor musun bunu? Seni seviyorum Flora Baum.”
Bu sözcükler daha önce de çıkmıştı ağzından, ama bu kez beni bağrına basışında her zamankinden öte bir aciliyet, handiyse bir çaresizlik var. “Gitmem lazım,” diyorum onu kendimden uzaklaştırarak. “Çok işim var.”
Omuzlarımdan kavrıyor beni. “Onunla aramda hiçbir şey olmadı,” diyor sert bir şekilde. “Hiçbir şey. Lotta belki bir şey olmasını istiyor olabilir ama ben onu çekici bulmuyorum. Asla da bulmayacağım. Bana inanıyor musun?”
“Evet,” diye yanıtlıyorum usulca. “Sana inanıyorum.”
“Seni kaybetmek istemiyorum,” diye fısıldıyor gözlerini benimkilerden ayırmaksızın. “Birbirimizi kaybedemeyiz.”
“Evet,” diye fısıldıyorum, “kaybedemeyiz.”
“Akşam görüşürüz. Seni seviyorum,” diyor bir kez daha.
1946’nın 21 Temmuz günü. Ezra’nın geceyi Hayfa’da geçirmesi gerekiyor. Amiri ertesi sabah orada erken saatte yapılacak bir toplantıda bulunmasını istiyor. Geceden orada kalırsa toplantıya yetişmesi daha kolay olacak. “İşim biter bitmez trenle geri dönerim,” diyor.
İngilizler tarafından istihdam edildiğinden Ezra’nın istediği yere seyahat edebilmesini sağlayan özel bir izin kartı var. Yine de seyahat etmesi beni endişelendiriyor, çünkü son zamanlarda meydana gelen terör olaylarının haddi hesabı yok: bombalamalar, kaçırılmalar, güpegündüz vurulan insanlar. Geçen ay beş İngiliz subayı ve bir Kraliyet Hava Kuvvetleri askeri kaçırıldı. Sırada Ezra’nın olmadığı ne malum. “Dikkatli ol,” diyorum ona.
“Tabii ki,” diye su serpiyor yüreğime. Ama huzursuz görünüyor. Beni vücuduna sıkı sıkı bastırıyor, öpmeye başlıyor, parmakları sutyenimin kopçasını aranıyor ve her ne kadar evine dönmesi gerekse de beni arzuladığını söylüyor. “Ama ‘malum’ dönemdeyim,” diyorum ona mahcup bir şekilde. Ayrıca âdet sancım da var ama tabii ki söylemiyorum, böyle şeyleri oldum olası kendime saklarım; bu konuları konuşmak beni utandırıyor, belli ki onu da. “Tamam,” diye geveliyor ben bluzumu iliklerken. Bir tarak alıp kıvırcık siyah saçlarımı gereğinden daha haşin bir şekilde taramaya koyuluyorum. Ezra bir sigara yakıp odayı ileri geri arşınlıyor. “Yarın ne yapacaksın?” diye soruyor sigarasının külünü çatlak bir kahve fincanına silkerek. “Sabah evde mi olacaksın?”
Bana daha önce hiç böyle bir şey sormadığı için ister istemez şüpheleniyorum. “Neden soruyorsun?” diyorum fırçayı tutan elim havada kalarak.
“Sadece merak ettim, o kadar. Kötü bir şey mi merak etmek?” diye soruyor birden savunmaya geçerek.
“Hayır, değil, tabii ki değil,” diye geri adım atıyorum. “Ne yapacağımı bilmiyorum. Ada’yla yürüyüşe çıkabilirim. Yarın dersim yok.”
“Tamam.”
Bir kez daha beni aldatıp aldatmadığını merak ediyorum. Aldatıyorsa da acaba Lotta’yla mı? Gerçekten Hayfa’ya gidiyor mu? Yoksa paranoyaklaşıyor muyum?
“Yarın görüşürüz,”