yüksek, daha heybetli göründü gözüme. Pembe kumtaşı cephesi güneşte parıldıyordu. Eski Şehir’in surlarına tepeden bakan neredeyse boş restoranda bir adam piyano çalıyordu. Ciddi ve dingin bir ortam vardı içeride. Her şey ışıl ışıl parlıyordu. Deri sandalyeler, mermer zemin, kartonpiyeri turkuvaz ve altın renkleriyle bezeli tavan.
Oysa ben bu parıltılı dış görünüşün ardında yaşananları biliyordum. Savaşın ve hafızanın yeniden ayağa kaldırılmış molozlarının ötesinde yatanı. Sayısız belboyun ve otel personelinin yanından geçerken acaba onlar da biliyorlar mı diye merak ettim. İçlerinden kaçı benim tanık olduğuma tanık olmuştu? O bilginin ağırlığıyla yaşamaya katlanabiliyorlar mıydı, yoksa unutmayı mı seçmişlerdi?
Şimdiye dek gerçeği yalnızca bu mavi spiralli defterin sayfalarına emanet ederek onu kendime sakladım. Tarihin ve hatıraların bir alaşımı bu defter – tıpkı Mordechai’ın öngördüğü üzere bastırılmamış ama sıkıştırılmış bir alaşım.
Yirmi yıl boyunca ceviz yazı masamın üçüncü çekmecesinde korlar gibi çıtırdadı durdu. Arada bir kapağına bakmak için onu dışarı çıkardıysam da asla içeriğini yeniden okumayı göze alamadım – şimdi de bunu yapacak değilim. Geçmişime başka bir gözle bakılmasını istiyorum ama ben bakmak istemiyorum. Olup bitenleri yeniden hatırlamaya ihtiyacım yok. Ne yazdığımı biliyorum. Neler olduğunu da. Artık hastayım. Sıkıntı kalbimde, kemiklerimde, ruhumda. Seksen iki yaşındayım ve yorgunum. O kadar ki bazen yataktan bile zor çıkıyorum. Doktorum kalp ilaçlarının sebep olduğunu söylüyor. Ama depresyonda olduğumu da düşünüyor. Yıllardır bu kanıda zaten. Profesyonel yardım almamı ya da ilaç kullanmamı tavsiye ediyor ne zamandır. “Tanıdığım iyi bir psikoterapist var,” dedi bana kim bilir kaç kere.
Fakat psikolojik destek alma fikri aklımın almadığı bir şey. Asla Bay Freud’un ya da Bay Jung’un hayranı olmadım. Yapmam gerekeni yaptım ve kendi başıma yaptım. Ruhumu eşeledim, onun ta derinlerine dalıp o küllenmiş korları yeniden tutuşturdum. Bu bölük pörçük anıları. İmgelere sözcükler, sözcüklere imgeler bağışladım. Pandora kutumun açılmasına ihtiyacım yok benim. Tersine, sımsıkı kapalı kalmasını istiyorum. Ve onun açılmasını ancak oğlum sağlayabilir. Maurice’in yokluğunun yarattığı boşluk asla dolmadı. Her gün onun hayatımda yeniden belirivermesini bekledim ama bir türlü olmadı. Belki de benimle bir araya gelmeyi hiç istememiştir. Ya da beni nasıl, nerede bulabileceğini bilememiştir. Gerçeği hiçbir zaman bilemeyeceğim, öğrenmeye çalışmaktan da vazgeçtim. Bu işi benim adıma sürdürmek başkasına kaldı artık. Tarihi kendi deneyimlediğim şekilde, onun için kayıt altına aldığım bilgisini oğluma iletmek başkasının elinde. Onun uğruna adımlarımın izini sürmeye, kaderimin çizdiği kavisi izlemeye çalıştım – Paris’teki o yaz sabahından, kıymetini bilmeksizin kanıksadığım her şeyin göz göre göre, karanlığın üstüne güm diye kapanan bir kapı misali yitip gitmesinin hemen öncesinden başlayarak.
7
Ezra’yla Fink’in Yeri’nde şnitzel yiyoruz. Tarih 12 Nisan 1946 ve âşığım. Hayatımın ilk gerçek aşkı. Karşımda oturmuş bir parça pideyi zeytinyağına banarak karnını doyuruyor. Dediğine göre sabahtan beri hiçbir şey yememiş ve kurt gibi aç.
Bir İngiliz devlet dairesinde, Filistin’e sığınma talebinde bulunan Yahudilerin başvurularını işleme koymaktan ibaret yarızamanlı bir işi olsa da Ezra daima beş parasız, zira maaşı çok düşük – “Buraya kabul ettikleri Yahudilerin sayısı kadar düşük,” diye anlatıyor. Burada, Filistin’de yemekler güzel ve Fransa’dakinden çok daha bol. Humus ve taze kabak, ekmek ve yumurta, baharatlı kırma zeytin ve Macar hamur işleri yiyoruz. Dışarıda yediğimizde ikimiz için ödemeyi alışkanlık haline getirdim, Ezra’ya bu şekilde sahip çıkabilmek beni mutlu ediyor. Modellik yaparak geçirdiğim yıldan birikmiş param var, hoş Ezra bunu duymaktan hazzetmiyor, çünkü kendisinden başka erkeklerin beni çıplak görmüş olması onu kıskançlığa sürüklüyor. Gülüyorum, o da gülüyor. Gülerken ellerini neşeli bir şekilde oynatıyor ve lokmaları neredeyse nefes almadan ağzına tıkıyor. “Ben daima açım,” diyor.
İş çıkışında kafelerde ya da lokantalarda buluşuyoruz. Artık David’e İngilizce öğretmiyorum, bunun yerine King David Oteli’nin yakınında bir okulda haftada dört gün Fransızca dersleri veriyorum. Hoşuma da gidiyor bu iş. Başöğretmen bir sene daha kalmamı rica etti, ben de kabul ettim.
Ezra işinden pek zevk almıyor. Romanını yazmak için vakit bulamadığından yakınıyor, ben yazdıklarını okumayı çok istediğimi söyleyince de sinirleniyor. Söz konusu roman 1920’lerde Prag’da geçen bir aşk hikâyesini konu ediniyor ve görünüşe göre herkes bu hikâye hakkında ucundan kıyısından da olsa bir şeyler biliyor. İçimden bir ses henüz dişe dokunur bir şey yazmadığını söylüyor, hoş kendisi bunu itiraf etmeye yanaşmıyor, yine de sarhoş olduğu bir gece hikâyenin tamamının zihninde yazılmış olduğunu ağzından kaçırıyor – insanlar bu yüzden biliyormuş hikâyeyi, daha yazmadan olay örgüsünü açık ettiği için. Kahramanları ete kemiğe büründürmek kalmış geriye bir tek. “O da pek zor olmasa gerek,” diyor, oysa ben hiç de emin değilim bundan. En iyi benim anlamam lazım onu. Ne de olsa ben de kendi romanımı yazmaya çalıştım ama sonunda bundan vazgeçtim. İçimde öyle bir potansiyel olduğunu sanmıyorum. Hem bu ilişkide sadece bir yazara yer var.
Ezra’nın ilk şiir derlemesi çok iyi eleştiriler almış, Ezra bir dâhi çocuk, geleceğin Ezra Pound’u olarak göklere çıkarılmış ve sonra “bütün şehir bir anda onu paylaşamaz olmuş”, aynen böyle anlatıldı bana. Bu ikimiz tanışmadan önceydi. Şimdi iş değişti, çünkü ikimiz en azından akşamları daima birlikteyiz, yani hâlâ gözü onda olanlar varsa da artık bunu kendilerine saklıyorlar. Fakat bu Ezra’da insanları mıknatıs gibi çeken bir şeytan tüyü olduğu gerçeğini değiştirmiyor, bu yüzden de lokantalar haricinde nadiren yalnız kalıyoruz.
Fink’in Yeri’ne daha önce birkaç kez gittik. Dediklerine göre burası müdavimleri olan köklü bir müessese. Entelektüellerin, sanatçıların ve siyasetçilerin buluşma noktası. Yahudi kızlarla flört eden birçok İngiliz askeri de var. Barmen Yuri Ezra’nın bir arkadaşı. Kendisi Rus ve çok yakışıklı. Mekânın duvarlarını ünlü ressamların resimleri süslüyor ve akşamları bar öylesine kalabalık ki insanın gözü korkuyor. Yığınla müşteri bağıra çağıra konuşarak içkinin dibine vuruyor. Parisliler de belki aynı eylemlerden keyif alır ama onlar çok daha sessiz ve usturupludur. Burada, Filistin’de herkes bağıra çağıra konuşuyor, sessizlik kendini beğenmişlikle eşanlamlı. Kimse uyumuyor sanki, Ezra da bu anlamda istisna değil. Beni her yere yanında sürüklüyor ve kız arkadaşı olarak tanıtıyor. Onunla ilişkim daha önce Jean veya Charles-Henri’yle deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyor ve bu hoşuma gidiyor. Ezra’nın kız arkadaşı olmaktan gurur duyuyorum. Birkaç kez beni Ortadoğu’nun en iyi oteli olduğu söylenen King David Oteli’nde içki içmeye götürüyor. Oranın müdavimi olmaya her ne kadar paramız yetmese de insanların oraya neden bayıldıklarını ben de gayet iyi anlıyorum, zira oradayken asla eve dönmek istemiyorum. Garsonların hepsi Sudanlı ve içeride o kadar fazla sayıda dil konuşuluyor ki insanın hangi ülkede olduğunu unutması işten değil. Erkekler takım elbiseli, çiçek kokuları saçan kadınlarsa yüksek topuklu ayakkabılarla yazlık elbiseler giyiyor, belki ecnebi, kim bilir belki de buralı adamlarla flört ediyorlar. Ezra otelin güney kanadının Manda Yönetimi Genel Sekreterlik binası olarak kullanılmak üzere İngilizler tarafından kiralandığını ve İngilizlerin bütün işlerini gördüğü, konuklarını ağırladığı ve çay saatlerini geçirdiği yerin burası olduğunu anlatıyor. “Çay saati” mefhumu bana Ezra’ya olduğu kadar yabancı değil. Sorbonne’dayken içine düştüğüm