p>Daniel G. Brinton
Kahramanlık Mitleri
BIRINCI BÖLÜM
ALGONKINLER VE IROKUALARIN KAHRAMAN-TANRILARI
Yenidünya’nın1 keşfi sırasında Hudson Körfezi ile Savannah Nehri ve Mississippi Nehri ile Atlantik kıyısı arasında uzanan geniş alanda, iki dil ailesinin üyeleri yaşıyordu: Algonkinler ve İrokualar. Bu iki halk hemen hemen aynı kültür sahasınaydı fakat mizaçları ve bilhassa da dilleri bakımından birbirlerinden ayrılıyorlardı. Fakat dini inanışları benzeşirdi.
1. Algonkinlerin Miçabo Miti
Mitleri korunmuş olan tüm Algonkin kabileleri arasında her türden gücün atfedildiği bir dev tavşandan bahsedildiğini görüyoruz. Bu dev tavşan, bütün hayvanların efendisiydi. İnsanlara balıkçılık ve avcılık zanaatlarını öğreten ilk öğretmendi. Algonkinlere dini ritüellerinin esrarlarını açıklayan oydu. Ayrıca onlara resim yazısını ve rüya tabirini öğretmişti. Ama bundan çok daha fazlası vardı. O yalnızca Algonkin ulusunun değil bütün insan ırkının atasıydı. Esasen, yeryüzünü yapıp üzerinde yaşayan her şeye hayat vermiş olan ilk yaratıcının ta kendisiydi.
Tavşan gibi sıradan ve zayıf bir hayvan için bütün bunların söylendiğini duyan ilk misyoner ve seyyahların, bu tür fabllardan açık bir küçümsemeyle bahsetmelerine ve böylesi saçmalıkları kayda geçirdikleri için bahaneler sunmadan bunları zikretmemelerine şaşırmamalı.
Fakat bana öyle geliyor ki görünürde zayıf olan bu hikâyelerin altında derin bir gerçek gizli. Yerliler bu gerçeğin anlamını büyük ölçüde unuttu. Ancak bunun başlangıçta gece ile gündüzün, kış ile yazın ve fırtına ile gün ışığının birbirini izleyişindeki fasılasız ve kudretli ritmi kıymetli imgelerle ifade eden asil bir mit olduğu ortaya konulabilir.
Bu hikâyelerden birkaçını ilk kaynaklarda anlatıldığı haliyle ve ham sadeliklerini göstermek adına hiçbir şey eklemeksizin alıntılayacağım. Ardından, bu ümit vermeyen cevherin, dilbilimsel analiz testine tabi tutulduğunda, hakiki mitolojinin saf altınını verip vermediğine bakacağım.
Ottawalar ve diğer kuzey Algonkinlerine göre her şey, yeryüzünün uçsuz bucaksız sularla kaplı olduğu bir dönemde başlamıştı. Bu sonsuz okyanusta bir sal süzülüyordu. Bu salın üstünde birçok hayvan türü bulunuyordu. Bunların kaptanı ve şefi ise Miçabo yani Dev Tavşan’dı. Hayvanlar, yaşayabilecekleri bir toprak parçası arzuluyordu. Bunun üzerine bu kudretli tavşan, suya dalıp ona küçücük bir çamur parçası getirmesi için kuzguna emir verdi. Kuzgun bu emre itaat edip uzun süre suyun altında kaldı. Öyle ki yukarı çıktığında bitkin haldeydi. Fakat suyun dibine ulaşamadığını bildirdi. O zaman Tavşan, susamurunu aşağı gönderdi ama o da yorgunluktan neredeyse ölü halde ve başarısız olarak geri döndü. Sal üzerindeki ahali büyük hayal kırıklığına uğramıştı çünkü kuzgun ile susamurundan daha iyi dalgıçlar bulmaları mümkün değildi.
Endişeyle bekledikleri sırada (dişi) misk sıçanı öne çıkıp suyun dibine inmeyi denemek istediğini bildirdi. Misk sıçanının teklifi alayla karşılandı fakat acil bir durumda ufacık bir yardım dahi değerli olduğundan Tavşan ona izin verdi ve misk sıçanı suya daldı. O da çok uzun süre aşağıda kaldı. Koca bir gün ve gece geçtiği halde geri dönmemişti. Bu yüzden kaybolduğunu düşünerek ondan ümidi kestiler. Ancak sonunda misk sıçanı su yüzüne çıktı. Baygındı ve sanki ölmüş gibi karnı şişmişti. Hemen onu salın üzerine çekip patilerine tek tek baktılar. Dört patisinin sonuncusunda küçücük bir çamur parçası buldular. İşte zafer! İhtiyaçları olan tek şey buydu. Misk sıçanı çok geçmeden kendine geldi. Dev Tavşan ise yaratma gücünü kullanarak küçük toprak parçasını şekillendirmeye başladı. Bu sırada toprak bir adaya, bir dağa, kırlara ve nihayet üzerinde yaşadığımız şu büyük yeryüzüne dönüştü. Dünya büyürken Tavşan da ne kadar büyük olduğunu görmek için dünyanın etrafında dolanıyordu.
Hikâyeye göre Tavşan eserinden halen memnun değildir. Bu yüzden hâlâ yolculuğuna ve çalışmaya devam etmekte, sürekli dünyanın etrafında dolanıp durmakta ve onu her an daha da genişletmektedir.
Saldaki hayvanlar çok geçmeden yeni yuvalarını buldular. Fakat yeryüzü henüz ağaçlarla kaplanmamış ve insanlar doğmamıştı. Dev Tavşan toprağa oklarını atarak ağaçları oluşturdu. Oklar, ağaçların kökleri oldu. Sonra bunları dallar haline gelecek olan başka oklarla yere mıhladı. İnsanlara gelince, bazılarına göre onları belli hayvanların ölülerinden yaratmıştı. Bu hayvanlar zaman içinde Algonkin kabilelerinin “totem”leri olmuştur. Fakat muhtemelen daha eski ve doğru bir hikâyeye göre ise Dev Tavşan, ona çok büyük bir hizmette bulunmuş olan misk sıçanıyla evlendi ve bu birliktelikten günümüzde dünyayı dolduran farklı insan ırklarının ataları doğdu.
Kendi yarattığı dünyaya bu şekilde getirdiği çocuklarını ihmal etmedi. Örümceğin sinekleri yakalamak için ağını nasıl yaydığını inceledi. Böylece balık tutmak için ağ örme zanaatını icat ederek bunu çocuklarına öğretti. Dev Tavşan’ın yerin içinde bulunan bir hazine evi vardı. Kimi zaman burada yaşardı. İşte Superior Gölü kıyısında bulunan bakır parçalarını bu hazine evinden çıkarmıştı.
Dev Tavşan, yaşamın efendisidir. Tehlikedeki bir kişiye rüyada görünürse bu, kıl payı bir kurtuluşun kesin işareti demektir. Av esnasında şans dağıtır. Bu yüzden avcılar ona yalvarır ve kaya yarıklarına ya da tek tük kaya parçalarının üzerine koydukları tütün ve diğer leziz şeyleri sunarlardı. Adı Dev Tavşan’dır ama ondan daima açıkça insan tabiatına sahip bir adam, bir dev, belki de bir yarı tanrı olarak söz edilir. İnsanoğlunun kudretli babası yahut ağabeyidir.2
İşte Algonkin kabilelerinin bunu ilk işitenlerce parçalar halinde bize aktarılmış olan ulusal yaratılış miti bu şekildedir. Peki, bu mitin bir anlamı var mıdır? Çocuksu bir masaldan fazlası mıdır?
Bilinçdışı söz oyunlarının bazılarının gerçek bir doğa mitini bozup bozmadığına bir bakalım. Belki de kişileştirme ve seslerin tahrif edilmesi gibi genel dil süreçleri gerektiği şekilde ele alındığında bu anlatıyı orijinal anlamına kavuşturmamıza yardımcı olur.
Algonkin dilinde Dev Tavşan’ın karşılığı Missabos olup “büyük, kocaman” anlamındaki mitchi veya missi ile “tavşan” anlamındaki wabos kelimelerinden oluşmaktadır. Fakat oldukça farklı algılara işaret eden ama wabos’a çok benzeyen bütün bir akraba kelimeler sınıfı mevcuttur. Bu kelimeler genel bir wab kökünden gelir. Bu kökten birbiriyle ilişkili anlamlara sahip şöyle kelimeler türetilmiştir: wabi “görüyor”, waban “doğu, şark”, wabish “beyaz”, bidaban (bid-waban) “şafak”, wában “gündüz, gün ışığı”, wasseia “ışık” vs. İşte Missabos adının gerçek manasını burada arayacağız. Bu kelime esasen Büyük Işık, Kudretli Kâhin, Doğu, Şafak Vakti gibi anlamlara geliyordu. Bunlardan dilediğimizi kabul edebiliriz zira hepsi de açık bir şekilde orijinal fikre, yani ışığı ve görme yeteneğini, bilgiyi ve yaşamı getirene işaret etmektedir. Zaman içinde bu anlam belirsizleşti ve kuzey kışlarında tüyleri beyaza döndüğü için, muhtemelen aynı kökten gelen tavşan fikri bunun yerini aldı. Böylece ışık miti bozularak bir hayvan masalına dönüştü.
Benzer bir analiz sayesinde misk sıçanının hikâyede oynadığı rolün açıklanacağına inanıyorum. İlkel okyanusun dibinden çamur parçasını getiren odur ve dünya işte bu çamurdan, şimdi Işık ve Gündüzün Efendisi olarak gördüğümüz kişi tarafından yaratılmıştır. Ardından misk sıçanı, Dev Tavşan’ın oğullarının annesi olur. Algonkin dilinde misk sıçanı anlamındaki kelime wajashk olup ilk harfi, “Nin nod-ajashkwe,” (“Misk sıçanı avlarım,”) cümlesinde olduğu gibi çoğu kez düşer. Hiç şüphesiz ki burada da seslerin tahrif edilmesi ve kişileştirme işin içine girip özgün basit ifadeye bir hayvanın şeklini ve adını vermiştir.
Bu ifade, güneş ışığıyla kurutulan ıslak çamurdan yeryüzünün oluşturulmasıdır. Yine güneş ışığıyla ısınan ve tohumlanan bu ıslak topraktan organik yaşam, hatta insanın ta kendisi doğdu. Hakikaten, pek çok mitolojide insan “topraktan doğmuş”tur, homo ab humo