vın diye geçip giden mızrağa benzetiliyordu. Bu bilhassa şimşek fenomeni için geçerliydi. Her gök gürültüsünde gökyüzünden bir taş fırlatıldığı inancı İngilizcedeki thunderbolt (“yıldırım”) kelimesinde görülmektedir. Bugün dahi pek çok ülkedeki eğitimsiz halk belli taş formlarının bu kaynaktan geldiğini söylemektedir. Gök gürültülü fırtınaya eşlik eden tazeleyici yağmur, bitkilere yeni bir hayat aşılayıp yazın kuraklıktan kavrulmuş toprağı yapraklar ve çimlerle örter. Aynı şekilde, mitte çakmaktaşı parçalarının bereketli asmalara dönüştüğü şeklindeki ifade de ilk önceleri yaz sağanaklarının toprağı bereketlendiren etkilerini ifade eden açık bir metafordur.
Bu mitte Işık Tanrısı Miçabo, yerli düşüncesinde hâlâ karanlığa ait güçlerle savaş halinde olarak gözükmektedir. Ama bu artık gecenin değil gökyüzüne doğru yığılarak gündüzün gözünü kör eden yoğun ve kasvetli bulutların karanlığıdır. Miçabo’nun silahları şimşek ve yıldırımdır. Elde ettiği zafer ise yarattığı dünyanın faydasına çevrilir.
Bir Ojibva mitinde bu, daha da açık bir biçimde ortaya konmaktadır. Mitte anlatıldığına göre eski zamanlarda muazzam bir yılan vardı. Tüm yılanların kralıydı ve evi ise Büyük Göller’deydi.10 Sihirli güçleriyle suları artırmaya başlayarak toprağı taşkına uğrattı ve yeryüzünü bütünüyle su altında bırakmakla tehdit etti. Bunun üzerine Miçabo gün doğumunda kanepesinden kalkıp devasa sürüngene saldırdı ve okunu fırlatarak onu öldürdü. Yılanın derisini yüzdü. Sonra bu savaş ganimetine bürünerek diğer yılanların hepsini güneye sürdü.11 Güneyde yani Ojibvaların ülkesinde şimşek son olarak sonbaharda görüldüğünden ve Algonkinler hem dillerinde hem de resim yazılarında şimşeğin zikzak şeklindeki yolunu yılanın12 kavisli hareketine uyarlamaya alışmış olduğundan bu mitin meteorolojik karakteri çok açıktır.
Dolayısıyla, Angonkinlerin kahraman-tanrısı Miçabo’nun hem ışık ile gündüzün ve rüzgârlar ile yağmurların tanrısı hem de insanlığın yaratıcısı, eğitmeni ve öğretmeni olduğunu görürüz. İsminin kökeni, mitolojik bir varlık olduğu en eski formunun ışık tanrısı olduğunu şüphe götürmez biçimde göstermektedir. Sonraları rüzgârlar ile fırtınaların tanrısı, yani hava akımlarının göksel mücadelesinin kahramanı olarak daha tanıdık hale gelmiştir.
Bu, Aryan dininin erken zamanlardaki dönüşümlerinde izleyebildiğimiz değişikliğin tam olarak aynısıdır. Burada da bir zamanlar Hint-Avrupa ailesinin tüm üyelerine mahsus olan eski gök ve ışık tanrısı Dyâus, daha yerel ilahlar olan Indra, Zeus ve Odin’e yol vermiştir. Bunlar fırtına ve rüzgâr ilahları olmakla birlikte nihayetinde o kadim ilahın diğer görünüşlerinden ibarettir ve dini bakımdan onun yerini işgal etmiştir.13 Kadim mitolojiyi kavrayabilmek için bu iki katmanlı karakteri anlamak ve birinin ne kadar doğal bir şekilde ötekine karışıp yine ondan kaynaklandığını takdir etmek esastır.
Bilinen dinlerin neredeyse hepsinde kuş, gökyüzünün, bulutların ve rüzgârların bir sembolü olarak kabul edilir. Bu yüzden, Algonkinlerin kuşları bilhassa da öten kuşları Miçabo için özellikle kutsal saydığını görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Miçabo kuşların babası ve koruyucusuydu. Şafak sökerken gündoğusunu evinden bizzat yollardı. Karanlık ve soğuk diyarlardan esen yıldız yelini yaratması için de bir baykuşu görevlendirmişti. Buna karşılık, güneşli güneyden esen rüzgâr ise kelebek tarafından gönderilirdi.14
Dolayısıyla, Miçabo kimi zaman ışık tanrısı kimi zaman da rüzgâr tanrısıydı. Rüzgârlar yağmurları getirdiğinden, Miçabo’dan bazen de suların tanrısı olarak bahsediliyordu. Balık avlanacak alanlar ve kunduz barajları olsun diye göllerin havzalarını oyup nehirlere şelaleler kurduğu söylenir.15
Öğretmen ve eğitmen sıfatıyla, Amerikan yerlilerinin atalarına hangi kök ve bitkilerin ateş yakmaya uygun, hangilerinin ise şifalı olduğunu gösteren Miçabo’ydu. Onlara ateşi verdi ve köylerinde ateşin asla tamamen sönmesine izin vermemelerini nasihat etti. Meday yahut geleneksel dini törenin kutsal ayinleri onun tarafından belirlenip öğretildi. Mısır onun armağanıydı. Keyifli tütün içme sanatı da onun icadıydı.16
Hikâyeye yapılan ilginç bir ek, Delaware Nehri civarına yerleşen ilk İsveçli yerleşimcilere yine bu nehrin kenarında yaşayan Algonkin kabileleri tarafından anlatılmıştı. Yerliler, ev yaşamları ve avcılığa dair çeşitli zanaatların onlara çok uzun zaman önce saygıdeğer ve belagat sahibi bir adam tarafından öğretildiğini söylüyordu. Bu adam uzaktan gelmiş ve onlara bilmek istedikleri her şeyi öğrettikten sonra gitmişti. Fakat bir başka bölgeye gitmiş ya da ölümün tabii yolunu izlemiş değildi. Aksine gökyüzüne yükselerek oradan ayrılmıştı. Algonkinler, bu kadim ve iyiliksever öğretmenin uzun sakallı olduğunu da eklediler.17 Bu son özelliği sakallı Avrupalıları gördükten sonra eklediklerinden şüphelenebilirdik fakat kıtanın başka bölgelerindeki mitlerde ve bu yeni kıtanın keşfinden çok önce tamamlanmış eski sanat eserlerinde sık sık karşımıza çıkıyor olması bunun için başka bir açıklamayı gerektirmektedir. Kahramanları pek çok kez “doğudan gelen beyaz ve sakallı adamlar” olan daha güneydeki mitlerden bahsederken bunun ne olduğunu ele alacağım.
2. İrokuaların Ioskeha Miti 18
İrokuaların en kadim mitine göre dünya sularla kaplıydı. Burada su hayvanları ile derinlerin canavarları yaşamaktaydı. Dünyanın yukarısında, çok uzaklarda ise doğaüstü varlıkların yaşadığı gökler vardı. Belli bir zamanda, bu varlıklardan olan Ataensic adlı bir kadın gökyüzündeki bir yarıktan atlayıp dünyaya düştü. Kadını bu eyleme iten şeyin ne olduğu farklı şekillerde kaydedilmiştir. Bazılarına göre bir ayıyı kovalarken yarıktan düşen köpeğini kurtarmak için atlamıştı. Başkalarının naklettiğine göre ise yukarıdaki dünyada yaşayanlar belli bir ağacın meyvesiyle besleniyordu. Ataensic’in kocası hastaydı ve rüyasında iyileşmesi için bu ağacın kesilmesi gerektiğini gördü. Ataensic taş baltasıyla bir darbe indirince ağaç birden gökyüzünün zeminini delip aşağı doğru gitti. Kadın da ağacın peşinden düşmüştü.
Olay nasıl gerçekleşmiş olursa olsun, kadın gökyüzünden ilk olarak suların üzerine düşmüştü. Burada bir kaplumbağa ona geniş sırtını bir dinlenme yeri olarak sundu ta ki kadın ya bir kurbağa, ya bir kuzgun yahut da bir başka hayvan tarafından kendisine getirilen küçük bir çamur parçasından büyü marifetiyle üzerinde yaşayacağı kuru toprağı yaratana dek.
Kadın gökten düştüğü sırada hamileydi ve zamanı gelince bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Ne yazık ki efsane bu çocuğun ismini kaydetmemiştir. Kız büyüyüp kadın oldu ve hiç erkek görmeksizin gebe kaldı zira erkekler henüz yaratılmamıştı. Rahminin ürünü ikiz çocuklardı. Bunlardan biri, olağan şekilde doğmak yerine annesinin böğrünü (ya da koltuk altını) yırtarak dünyaya gelmekte ısrar ederek huzursuz ve kötücül tabiatını henüz doğmadan açığa vurmuştu. Çocuk bu şekilde doğdu ama bu hareketi annesinin hayatına mal olacaktı. Kadın toprağa gömüldü. İşte bu topraktan, insanın yaşayabilmesi için bulunması gereken çeşit çeşit bitkiler çıktı.
Bu arada biraderler de büyüdü. Birinin adı Ioskeha idi.