gibi bilgili ve kültürlü bir halkın nasıl olur da tanrı olarak böyle tuhaf suretler seçebildiğini aklım almıyor. Tek aklıma gelen, bu heykellerin tanrıların kendisinden ziyade onların bazı özelliklerini yansıttığı. Bak, insan kafası zekâlarını, aslan ya da boğa vücutları ise güç ve kudretlerini, kuş kanatları da hızlarını temsil ediyor olabilir. Böyle olduğundan emin değilim ama sanırım buna yakın bir şey. Tanrılarının güçlü olduğunu kabul etmek zorundayız çünkü Mısırlılara diğer tüm halklar üzerinde zafer bahşediyorlar ama şüphesiz, bu tanrılarla ve daha birçok şeyle ilgili zamanla daha fazlasını öğreneceğiz.”
Yolculuk üç hafta kadar daha sürdü ve bu süre boyunca esirler gördükleri karşısında hayrete düştüler. Özellikle ülke topraklarının olağanüstü verimliliği onları çok etkiledi. Rebulularda tarım oldukça ilkel düzeydeydi, bu yüzden geçtikleri her yerde gördükleri bol ve çeşitli ekin karşısında şaşkınlıktan âdeta donakaldılar. Rebulular sulamaya aşinaydı, hatta bu konuda İran oldukça gelişmişti ama Mısır’da bu amaçla yapılan onca çalışma, nehre çekilen devasa büyüklükte setler, kanal ve hendek ağları, her yerde görülebilen düzen ve tertip onları şaşkına çevirmiş, hayran bırakmıştı.
Geçtikleri birçok şehir ve tapınak ihtişamlı ve görkemli yapısıyla daha önce gördüklerini bir hayli geride bırakıyordu, Amuba’nın şaşkınlığı ise asıl Mısır’ın yakın tarihe kadar başkenti olan Memfis’e vardıklarında zirveye ulaştı. Şehrin zenginliği ve refahı esirleri hayrete düşürdü ama en çok kentin birkaç mil ötesinde yükselen çok sayıda devasa piramidi görüp bunların bazı kralların mezarları olduğunu öğrendiklerinde şaşırdılar.
Ülkenin tipik özellikleri yavaş yavaş değişiyordu. Sol tarafta bir dizi dik tepe nehre uzanıyordu, yürüdükçe buna benzer ama o kadar yüksek olmayan tepeler sağ tarafta görünmeye başladı.
İki hafta daha süren bir yolculuğun ardından sonunda ordunun şen haykırışlarıyla Mısır’ın başkenti Teb’in, bu uzun ve yorucu yolculuğun varış noktasının göründüğü duyuruldu.
Teb, Nil Nehri’nin iki yanına birden yayılmıştı. Nüfusun en yoğun bölümü nehrin doğu kıyısında toplanmıştı ama şehrin bu kısmında daha çok yoksul sınıf yaşıyordu. Nil’in Libya kıyısında da geniş bir nüfus yoğunluğu vardı, evler nehir kıyısına yakın bir bölgede dip dibe konumlanmıştı. Bu evlerin arkasında çok sayıda tapınak ve saray vardı, kral ve kraliçelerin mezarları ise sarp yamaçları zenginlerin kayalık mezarlarıyla oyulmuş daha da ilerideki vadide gömülüydü. Halkın yaşadığı evlerin hepsi alçak yapıda olduğu için çok miktarda tapınak, saray ve kamu binası arkalarından yükseliyor, şehre gelenler için çarpıcı bir görüntü oluşturuyordu; şehir ise geniş bir doğal amfiteatrın içindeydi, iki yanındaki tepeler hem üzerinden hem de altından nehre doğru uzanıyordu. Kraliyet ordusu Memfis’ten, nehrin batı kıyısından yürüyerek gelmişti ve sarayları ve tapınaklarıyla büyük Libya kentine yaklaşıyordu. Şehre yaklaştıklarında devasa kalabalıklar kralı ve dönen orduyu karşılamak için yollara döküldü. Coşku dolu nidalar yükseldi, borazan ve diğer müzik aletlerinin sesleri havayı doldurdu, büyük tapınaklardan dini tören alayları yoğun kalabalığın içinden istikrarlı adımlarla ilerliyordu; insanlar, tanrıların tasvirlerini ve sembollerini taşıyan rahiplerin ve hizmetçilerin geçmesi için hemen yolu açtılar.
“Jethro,” diye bağırdı Amuba coşkuyla, “doğrusunu istersen, yalnızca bu görkemli manzarayı izlemek için bile olsa köleliğin bunca eziyete değdiğini söyleyebilirim. Ne kadar muhteşem insanlar bunlar; nasıl bir bilgi, güç, ihtişam! Baksana, babamın sarayı Teb’de olsa bir kulübeden farkı kalmazdı, o çok değer verdiğimiz tapınaklarımız bu muazzam gösterişli yapıların yanında cüce kalır.”
“Bunların hepsi çok doğru Amuba, ben de hayranlık duymadığımı söyleyemem ama Rebuluların birçok kez Mısır ordularını geri püskürttüğünü ve adamlarımızın onların askerlerine rahatlıkla kafa tutabileceğini biliyorsun. Bizler bu insanlardan yarım karış daha uzunuz. Çok lüks bir hayatımız yok, olmasını da istemedik gerçi. Tüm bu şaşaa insanları yumuşatıyor olmalı.”
“Olabilir,” diyerek onayladı Amuba, “ama sen de şunu unutmamalısın ki, daha çok yakın zamana kadar bizler çadırlarda yaşayan, istediği vakit otlak bulmak için dolaşan bir halktık ve yerleşik hayata geçip kentler inşa etmeye başladığımız için yumuşamadık. Mısırlıların yiğit olmadığını kimse söyleyemez, kesinlikle bunu söylemek bize düşmez ama fiziksel beceri olarak bizimle aşık atamazlar. İnsanların bize nasıl bakıp parmakla gösterdiğini görüyor musun Jethro? Daha önce bizim gibi mavi gözlü, sarı saçlı bir ırk gördüklerini sanmıyorum ama kendi aralarında bile esmerliğin farklı tonlarını görmek mümkün. Soylular ve üst sınıflar ayak takımına göre daha açık bir ten rengine sahip.”
Mısırlılar esirlerin ten rengi karşısında gerçekten de hayrete düşmüştü, duvar süslemelerinde de hâlâ Rebu halkının mavi gözlerini ve sarı saçlarını gösteren resimler bulunmaktadır. Kralın dönüşü üzerine verilen şenlikler günlerce devam etti, sona erdiğinde ise esirler kraliyet düzenine göre dağıtıldı. Bazıları savaşta kendini göstermiş olan komutanlara verildi. Çok sayıda esir rahiplere bırakılırken birçoğu kamu işlerinde çalıştırılmak üzere gönderildi.
Tuhaf ten rengi ve sarı saçları özel bir ilgi uyandıran Rebulu esirler ise kralın kişisel gözdeleri arasında dağıtıldı. Kızların çoğu kraliçeye ve kraliyet prenseslerine verilirken diğerleri de kralın konseyini oluşturan rahip ve komutanların karılarına bırakıldı. Erkekler çoğunlukla tapınaklarla ilgili hizmetler için rahiplere verildi.
Amuba, Jethro’yla birlikte büyük tapınaklardan birindeki rahiplerin hizmetine atanan sekiz esirin arasında olduklarını öğrendiğinde çok mutlu oldu. Bunun şansla pek bir ilgisi yoktu aslında çünkü esirler sıraya dizilmiş, aralarında seçme ya da kayırma olmaması adına her bir tapınak için belirlenen sayıyla birlikte sırası gelen ilerlemişti, böylece çeşitli tapınaklara tarafsız bir şekilde dağıtıldılar, Jethro da her zaman Amuba’nın yanında durduğu için doğal olarak aynı tapınağa seçildiler.
Tapınağa vardıklarında küçük esir grubu yeniden sıraya dizildi, bunun üzerine ciddi ve saygın görünümlü bir adam olan başrahip Ameres onları inceleyerek aralarında gezdi. Eliyle Amuba’ya işaret edip öne çıkmasını istedi. “Bundan böyle,” dedi, “sen benim hizmetçimsin. Davranışlarına dikkat edersen iyi bakılırsın.” Yeniden sırada yürümeye başladı, Amuba başka birini daha seçeceğini anlayınca kendini rahibin önüne atıp dizlerinin üstüne çöktü.
“Efendim bu cüretimi bağışlayın,” dedi, “ama size yalvarırım yanımda duran şu adamı seçin lütfen. Kendisi çocukluğumdan beri dostum olmuş, savaşta beni kalkanıyla korumuş, kendi babamı kaybettiğimden beri bana babalık yapmıştır. Yalvarırım bizi ayırmayın efendim. Bize ne görev verirseniz verin severek çalışacağımızı göreceksiniz.”
Rahip ciddiyetle dinledi.
“Dilediğin gibi olsun,” dedi, “elinden gelirse çevresindekileri mutlu etmek her insanın görevidir, dostun da güçlü kuvvetli bir adam ve dürüst, içten bir yüzü var, benim için gayet uygun olacaktır; o halde ikiniz de peşimden gelin, evime gidelim.”
Diğer esirler rahibin peşinden giden Amuba ve Jethro’yu selamladı. Rahip bu ifadelerini fark edince delikanlıya dönüp şöyle dedi:
“Halkın için önemli biri miydin de ayrılmadan önce senden daha büyük olan dostun yerine seni selamladılar?”
“Ben krallarının oğluyum,” dedi Amuba. “Kendisi